7 Ekim 2009 Çarşamba

Sinema Bireysel Bir Sanattır...

Bu hafta sinemayla ilgili üzerinde düşündüğüm çok şey oldu... Fikret Hakan'ın " Türkan Şoray sevişseydi, Müjde Ar olmazdı" cümlesiyle başladı her şey. Birinin başarısını ancak bir diğerinin başarısızlığına bağlayabilen bir sinema adamının sözlerinin şaşkınlığından ancak daha büyük bir şaşkınlıkla kurtulabilirdim, o da oldu. Ömür Gedik adlı hanımefendinin Altın Portakal jürisine seçildiğini duydum... Türkiye'nin herkesi, her şey yapabilme gücü öyle büyük ki gerçekten. Sinema eleştirmeni diyorlar adına ki bu hanımefendinin "Milyon Dolarlık Bebek" filmi üzerine yaptığı yorumda neden filme bu adın verildiğini anlamadığını yazdığını hatırladım birden... O zamanlar şaşkınlıkla aynı medya grubunda çalışan bir arkadaşımla bu konuyu tartışırken öğrenmiştim işin aslını ve Ömür Gedik'in büyük yerden torpilini... O gün bugün kendisini ciddiye almam ama hırsını ve başarısını nereye sığdırabileceğimi de bilmem... Kimlere yazık oluyor bu insanlar bu büyük köşelere yanlış tahtlar kurduklarında.... Hep bunu düşünüyorum... Derken sinema konusunda bu gücün gerçekten sinemayı anlayan gençlerde olması gerektiğini hatırlıyorum... İzlediğim bir film dönüşü www.beyazperde.com adresine tıklıyorum. Serdar Kökçeoğlu adlı bir arkadaşın film hakkındaki eleştirisini okumaya çalışıyorum. Tam da "ben bu arkadaşlara daha çok inanıyorum" derken filmin daha ikinci haftasında yani sinemada izlenebileceği bir zamanda okuduklarıma inanamıyorum... "Evdeki Düşman" için diyor ki yazısında: "Burada en akılda kalıcı performans ise evin “kötü niyetli” yetim çocuğu Esther’i canlandıran Isabella Fuhrman’dan geliyor. Filmin burada açıklamak istemediğimiz sürprizi ortaya çıktıktan sonra, adeta bir başka kişiye, neredeyse tutkulu bir kadına dönüşüyor." Filmin sürprizini açıklamak istemeyen biri, sürprizi gözümüze sokarcasına aynı cümlede açıklıyor, dalga geçer gibi... İyi ki yazıyı filmi izlemeden önce okumadım diyorum... Sinema gerçekten topluluk değil birey işi, hep bahsettiğimiz o tartışılamayan "zevkler ve renkler" gibi... Filmler hakkında yazacak insanların bunu profesyonelce yapamayacaklarını düşünüyorum artık. Kimi yetersiz, kimi önyargılı, kimi subjektif, kimi kendi cümlelerinden bihaber... Herkes yorumlarını kişisel bloglarında yazsın ve kimse taşıyamayacağı büyük iddialarda bulunmasın...

Mesela geçen hafta izlediğim dört filmden bahsedeceğim burada ve söylediğim hiçbir sözü de kesin ve kanun saymayacağım sinema aşkına:)

Suretler'i izledim... Bruce Willis'in son dönemlerde oynadığı filmlerin hep kıymeti bilinmemiş büyük filmler olduğunu düşünüyorum.( The Sixth Sense, The Fifth Element, Unbreakable, Surrogates...) Konusu, oyunculuğu ve hiç uzatmalara gitmeden söyleyeceğini hemen söylemesi nedeniyle filmi sevdim gerçekten... Gelecekle ilgili kurulan hayaller, gerçeğe dayalı düşler insanı hayrete düşürecek kadar büyük ve izlerken olabilirliliği yüzünden nasıl da iddiasız... Son yıllarda izlediğim en iyi bilim kurgu Suretler, ki bu türü hiç sevemediğim halde...


"Karanlıktakiler"i izledim... Çağan Irmak için hep söylediğim bir şeydir "kendine ait bir sinema dili"nin olmaması... Herkesten daha iyi filmler, gişe şampiyonu işler çekebilir ama asla bir Zeki Demirkubuz, bir Ferzan Özpetek, bir Nuri Bilge Ceylan gibi kendi dünyası ve dili olan bir yönetmen olamaz... Bu demek değil ki filmlerini sevmiyorum. "Ulak" ve "Mustafa Hakkında Her Şey" özellikle sevdiğim filmler... Ancak "Karanlıktakiler" hakkında şimdiden genel izleyicinin tersini düşüneceğine emin olduğum bir yorum yapacağım... Bence Çağan Irmak'ın en iyi filmi "Karanlıktakiler"... Meral Çetinkaya ve Erdem Akakçe'nin görülmeye değer performanslarının yanısıra konu ve yönetmenin bakış açısı da ilginç... Herkes filmden başka bir şey çıkarabilir. Yalnızlık, delilik, suç, ceza, ödül... Benim için "iyilik" hakkında bir film "Karanlıktakiler", iyi olmak hakkında... Erdem Akakçe'nin, Derya Alabora'nın kapısını çaldığı sahneyi sanırım uzun süre unutamam... Ben çok sevdim, kim ne derse desin...


Funny People'ı izledim... İzlemez olaydım... Adam Sandler filmografisi ilginçtir... O kadar çöplük filmleri vardır ki, buna kanarak arada yaptığı güzel filmleri kaçırmanız hep olasıdır... "Punch-Drunk Love" başyapıttır bence, hatta "50 İlk Öpücük" fikri ve senaryosu itibariyle nasıl da büyük bir filmdir... "The Waterboy" dersek berbattır... Bu adam "Spanglish" gibi bir filmde de başroldür mesela, "Mr. Deeds" gibi bir filmde de... Ama kariyerinin en kötü filmlerinden birini izlediğime eminim bu kez... Filmin yönetmeni Apatow için yeni Woody Allen yakıştırmalarını duydukça insan kahroluyor... Hangi sinemasever hangi cüretle bunu söyleyebilir anlayamıyorum gerçekten... Belki de sinema birazcık da cüret sahasıdır, kim bilir...


Ricky'i izledim... Francis Ozon'un fimleri her bünyeye göre değildir biliyorum.. İşin aslı her filmi de benim bünyeme göre değil... Mesela "Veda Vakti"ni ne kadar sevdiysem, "Havuz"u o kadar sevmedim... "8 Kadın"ı ne kadar gereksiz ve demode bulduysam, "Sea the See" adlı kısa filmini o kadar yaratıcı buldum... Ricky ise bir "çeki-düzen" filmi, bu tabirin gerçekleşmesi için insan hayatında ne gibi olağanüstü şeylerin olabileceği ihtimali üzerine kurulu... Filmin dünya festivallerinde ilgiyle karşılanmasının, ancak seyircinin ilgi göstermediği filmlerden biri olmasının sebebi sanırım yine yönetmenden aynı koşulların beklentisi... Bana kalsa performansı diğer filmleri içinde oldukça yüksek bir yerde duruyor. Ama zevkler, renkler ve kalıplar işte...

Sinema, bıkmadan konuşturup tartıştıran ama sonunda hep insanın kendi beğenisinin galip geldiği bir sanat dalı... Bireysel bir sanat sinema...