7 Ekim 2009 Çarşamba

Sinema Bireysel Bir Sanattır...

Bu hafta sinemayla ilgili üzerinde düşündüğüm çok şey oldu... Fikret Hakan'ın " Türkan Şoray sevişseydi, Müjde Ar olmazdı" cümlesiyle başladı her şey. Birinin başarısını ancak bir diğerinin başarısızlığına bağlayabilen bir sinema adamının sözlerinin şaşkınlığından ancak daha büyük bir şaşkınlıkla kurtulabilirdim, o da oldu. Ömür Gedik adlı hanımefendinin Altın Portakal jürisine seçildiğini duydum... Türkiye'nin herkesi, her şey yapabilme gücü öyle büyük ki gerçekten. Sinema eleştirmeni diyorlar adına ki bu hanımefendinin "Milyon Dolarlık Bebek" filmi üzerine yaptığı yorumda neden filme bu adın verildiğini anlamadığını yazdığını hatırladım birden... O zamanlar şaşkınlıkla aynı medya grubunda çalışan bir arkadaşımla bu konuyu tartışırken öğrenmiştim işin aslını ve Ömür Gedik'in büyük yerden torpilini... O gün bugün kendisini ciddiye almam ama hırsını ve başarısını nereye sığdırabileceğimi de bilmem... Kimlere yazık oluyor bu insanlar bu büyük köşelere yanlış tahtlar kurduklarında.... Hep bunu düşünüyorum... Derken sinema konusunda bu gücün gerçekten sinemayı anlayan gençlerde olması gerektiğini hatırlıyorum... İzlediğim bir film dönüşü www.beyazperde.com adresine tıklıyorum. Serdar Kökçeoğlu adlı bir arkadaşın film hakkındaki eleştirisini okumaya çalışıyorum. Tam da "ben bu arkadaşlara daha çok inanıyorum" derken filmin daha ikinci haftasında yani sinemada izlenebileceği bir zamanda okuduklarıma inanamıyorum... "Evdeki Düşman" için diyor ki yazısında: "Burada en akılda kalıcı performans ise evin “kötü niyetli” yetim çocuğu Esther’i canlandıran Isabella Fuhrman’dan geliyor. Filmin burada açıklamak istemediğimiz sürprizi ortaya çıktıktan sonra, adeta bir başka kişiye, neredeyse tutkulu bir kadına dönüşüyor." Filmin sürprizini açıklamak istemeyen biri, sürprizi gözümüze sokarcasına aynı cümlede açıklıyor, dalga geçer gibi... İyi ki yazıyı filmi izlemeden önce okumadım diyorum... Sinema gerçekten topluluk değil birey işi, hep bahsettiğimiz o tartışılamayan "zevkler ve renkler" gibi... Filmler hakkında yazacak insanların bunu profesyonelce yapamayacaklarını düşünüyorum artık. Kimi yetersiz, kimi önyargılı, kimi subjektif, kimi kendi cümlelerinden bihaber... Herkes yorumlarını kişisel bloglarında yazsın ve kimse taşıyamayacağı büyük iddialarda bulunmasın...

Mesela geçen hafta izlediğim dört filmden bahsedeceğim burada ve söylediğim hiçbir sözü de kesin ve kanun saymayacağım sinema aşkına:)

Suretler'i izledim... Bruce Willis'in son dönemlerde oynadığı filmlerin hep kıymeti bilinmemiş büyük filmler olduğunu düşünüyorum.( The Sixth Sense, The Fifth Element, Unbreakable, Surrogates...) Konusu, oyunculuğu ve hiç uzatmalara gitmeden söyleyeceğini hemen söylemesi nedeniyle filmi sevdim gerçekten... Gelecekle ilgili kurulan hayaller, gerçeğe dayalı düşler insanı hayrete düşürecek kadar büyük ve izlerken olabilirliliği yüzünden nasıl da iddiasız... Son yıllarda izlediğim en iyi bilim kurgu Suretler, ki bu türü hiç sevemediğim halde...


"Karanlıktakiler"i izledim... Çağan Irmak için hep söylediğim bir şeydir "kendine ait bir sinema dili"nin olmaması... Herkesten daha iyi filmler, gişe şampiyonu işler çekebilir ama asla bir Zeki Demirkubuz, bir Ferzan Özpetek, bir Nuri Bilge Ceylan gibi kendi dünyası ve dili olan bir yönetmen olamaz... Bu demek değil ki filmlerini sevmiyorum. "Ulak" ve "Mustafa Hakkında Her Şey" özellikle sevdiğim filmler... Ancak "Karanlıktakiler" hakkında şimdiden genel izleyicinin tersini düşüneceğine emin olduğum bir yorum yapacağım... Bence Çağan Irmak'ın en iyi filmi "Karanlıktakiler"... Meral Çetinkaya ve Erdem Akakçe'nin görülmeye değer performanslarının yanısıra konu ve yönetmenin bakış açısı da ilginç... Herkes filmden başka bir şey çıkarabilir. Yalnızlık, delilik, suç, ceza, ödül... Benim için "iyilik" hakkında bir film "Karanlıktakiler", iyi olmak hakkında... Erdem Akakçe'nin, Derya Alabora'nın kapısını çaldığı sahneyi sanırım uzun süre unutamam... Ben çok sevdim, kim ne derse desin...


Funny People'ı izledim... İzlemez olaydım... Adam Sandler filmografisi ilginçtir... O kadar çöplük filmleri vardır ki, buna kanarak arada yaptığı güzel filmleri kaçırmanız hep olasıdır... "Punch-Drunk Love" başyapıttır bence, hatta "50 İlk Öpücük" fikri ve senaryosu itibariyle nasıl da büyük bir filmdir... "The Waterboy" dersek berbattır... Bu adam "Spanglish" gibi bir filmde de başroldür mesela, "Mr. Deeds" gibi bir filmde de... Ama kariyerinin en kötü filmlerinden birini izlediğime eminim bu kez... Filmin yönetmeni Apatow için yeni Woody Allen yakıştırmalarını duydukça insan kahroluyor... Hangi sinemasever hangi cüretle bunu söyleyebilir anlayamıyorum gerçekten... Belki de sinema birazcık da cüret sahasıdır, kim bilir...


Ricky'i izledim... Francis Ozon'un fimleri her bünyeye göre değildir biliyorum.. İşin aslı her filmi de benim bünyeme göre değil... Mesela "Veda Vakti"ni ne kadar sevdiysem, "Havuz"u o kadar sevmedim... "8 Kadın"ı ne kadar gereksiz ve demode bulduysam, "Sea the See" adlı kısa filmini o kadar yaratıcı buldum... Ricky ise bir "çeki-düzen" filmi, bu tabirin gerçekleşmesi için insan hayatında ne gibi olağanüstü şeylerin olabileceği ihtimali üzerine kurulu... Filmin dünya festivallerinde ilgiyle karşılanmasının, ancak seyircinin ilgi göstermediği filmlerden biri olmasının sebebi sanırım yine yönetmenden aynı koşulların beklentisi... Bana kalsa performansı diğer filmleri içinde oldukça yüksek bir yerde duruyor. Ama zevkler, renkler ve kalıplar işte...

Sinema, bıkmadan konuşturup tartıştıran ama sonunda hep insanın kendi beğenisinin galip geldiği bir sanat dalı... Bireysel bir sanat sinema...

25 Eylül 2009 Cuma

Nil'in Yeni Videosu, "Duma Duma Dum"

Nil'e hem çok gülüyorum, hem de onu çok ciddiye alıyorum...
Aynen bu videosunda da olduğu gibi...

23 Eylül 2009 Çarşamba

Sezen Söylüyor Bu Gece...

"Yasak elmam, günahın mayhoş tadından geçemedim hiç
Deli goncam, ayıbım sana paha biçemedim hiç
Bilirim ki kavuşmak değildir aşk, kavuşamamak
Sarı hurmam nefesini nefesime doya doya çekemedim hiç...
"

Sezen Aksu'nun sözleri bunlar... Hani bazen neden kendi albümüne almadı dediğimiz şarkıları var ya, henüz yayınlanmamış ama muhtemelen yakında bir başka sanatçıdan dinleyeceğimiz "Yasak Elma" da işte o şarkılardan biri... Sözleri bu gece derdim oldu, takıldım kaldım...

Paylaşmak da şart oldu böylece...

2 Eylül 2009 Çarşamba

Kendini "Aşık" Bulmak...

Bazen bir şarkı dinlersiniz, tam o sırada kendinizi "aşık" yakalarsınız... Derinleşir hayat, keskinleşir o an ve netleşir taşıdığınız kalbiniz...
Siz de kendisini üzen şeyleri daha çok sevenlerdenseniz, kendinizi daha da sık bulursunuz aşk karşısında...
Bu şarkıyı her dinlediğimde kendimi öyle bir yerde yakalıyorum ki, bende kalsın...

"Dar vakitlere sığdırma beni, geleceksen zamanı aş da gel,
İki ara bir derede aşk mı olurmuş, seveceksen mekanı aş da gel,
Dün yaşandı bitti geçmiş yok artık, yarın için bir sözün varsa al da gel,
Soyun bu dünyanın yalanlarından, gel sevdiceğim nasılsan öyle gel..."

Melike Demirağ / Dar Vakitler

17 Ağustos 2009 Pazartesi

"Şarkılar Kavga Etmez" dedi Leman Sam...


yer: Kuruçeşme Arena
saat: 21:00

Yerimize oturmuşuz, ışıklar sönmüş, "hey yıllar yenilmedim size, benim için bahar aynı..." diye şarkı söylüyor dev kolonlar; eşliğinde dev ekranlarda eski fotoğraflar ve video kayıtları dönüyor sırayla...

- "her şey çok mu hüzünlü, bana mı öyle geliyor?" diye soruyorum arkadaşıma...
- "bilmem, daha başlamadı ki" diye cevap veriyor...

*

Oysa konser başlamadan önce Leman Sam'a saygı duruşu bir kalabalığı görmek ve kızlarıyla sahne alacak sanatçının fotoğraf albümüne "yakından" bakmak beni duygulandırmıştı bile... Gerçekten bu geceyi de tıklım tıklım dolduracak mı dinleyici diye düşünmüştüm yoldayken, gerçek müzikseverin gerçek sanatçılara desteğine ve sahip çıkmasına bir kez daha şahit olacak mıyız demiştim kendi kendime... Öyle güzel bir dinleyici vardı ki, ilerleyen saatlerde bunu Leman Sam da dile getirecekti tüm asaletiyle...

Kızları Şehnaz ve Şevval ile sahneye sessiz sedasız çıktı Leman Sam, alkışlarla başladılar ilk şarkıya... "Üç Kız Bir Ana" adlı Ruhi Su türküsünü okudular birlikte, "İki Kız Bir Ana" diye değiştirerek hem de... Sonrasında "İlla" geldi... "Nasıl büyük bir şarkı " dedim dinlerken, kızların vokali de enfesti... Ardından Şehnaz Sam'ın "Aşka Düşer" adlı ilk albümünden şarkılar dinledik, sonra türküler, Azeri dansçı eşliğinde hepsini bildiğimiz Azeri şarkılar, Leman Sam klasikleri -Rüzgar, Kıyamam Sana, Anladım ki, Gönül- , suyun öte yanından diyerek yarısı Rumca, yarısı Türkçe "Olmasa Mektubun", "Telli Telli"...
Tam o sırada "şarkılar kavga etmez" dedi Leman Sam, birçok dilde şarkı söyleyen birinin bu lafı da muhakkak bir yerlere gitti...

Kızların çocukluk anılarını, çocukken yaptıkları şarkıları da dinledik Şevval Sam'ın kahkahaları arasında. Bir ara öyle çok konuştu ki, kendi de yoruldu ve Karadeniz türkülerini söylemeye başladı hemen sonra... Sıra alaturka bölümüne geldiğinde seyirci hep bir ağızdan eşlik etmeye başladı yeniden ve birçoğu efkarlandı yine...

Bu arada "Çağrı" albümünden "Sana Bele N'oldu Yar" şarkısını ve şarkının sonundaki şiiri bir okudu ki Leman Sam, benim için konserin en müthiş anıydı, gözyaşları eşliğinde...



Bir evin içinden üç kadın, ve üçü de yıllar sonra aynı işi yaparak, aynı sahnede... Konserin duygusal halini ve özelliğini anlatmak için yeterli sanırım... "Yıllardır bana ve şarkılarıma sahip çıktınız, beni hiç unutmadınız" diyerek dinleyicisinin vefasına teşekkür eden Leman Sam'a cevap olarak insan içinden tek bir cümle geçiriyor:
"Hep böyle güzel kalsın, hep şarkı söylesin..." diyor...


*
-"ne güzel bir konserdi, değil mi?" diye soruyorum arkadaşıma eve dönerken,
-"ama daha bitmedi ki..." diye cevap veriyor...


13 Ağustos 2009 Perşembe

Uğur Yücel Ve "Gurur"


Daha önce "Paris, je t'aime" adıyla "Paris" hikayelerini izlediğim ilginç sinema projesi, şimdi de "New York, I Love You" adı altında New York'tan aşk hikayeleri anlatmak için geri geliyor. Farklı ülke ve kültürden yönetmenlerin konuyla ilgili kısa filmlerini peşpeşe izlemek sinemaseverler için gerçekten güzel bir deneyim. Bu kez yönetmen kadrosunda Yvan Attal, Allen Hughes, Shunji Iwai, Wen Jiang, Shekhar Kapur, Joshua Marston, Mira Nair, Natalie Portman, Brett Ratner, Randall Balsmeyer gibi önemli isimlerle birlikte Fatih Akın da var.


Filmin fragmanını izlediğimde Uğur Yücel'i gördüğüm sahneyi ve o sahnenin üzerimdeki etkisini paylaşmak için yazdım bu yorumu... "Uğur Yücel" adının, fragmanın sonunda uluslararası arenada hangi oyuncularla birlikte anıldığını izlemeniz için... Fatih Akın ve Uğur Yücel'le bir kez daha gurur duymanız için yazdım sadece...


"New York, I Love You" Fragmanı:


5 Ağustos 2009 Çarşamba

Hanif Kureishi ve Mira Nair...



Hanif Kureishi:

Uzun yıllardır yazılarının ve senaryolarının hayranı olduğum Pakistan asıllı İngiliz yazar Hanif Kureishi ismini hatırlamayanlar varsa eğer, 1985 yapımı "Benim Güzel Çamaşırhanem" adlı Stephen Frears filminin yazarı olduğuyla başlayabilirim söze. Bu senaryosuyla Oscar adayı olduğunu, daha sonra "London Kills Me" adlı hikayesini aynı zamanda yönetmen koltuğuna da oturarak çok farklı bir film haline getirdiğini, 2003 yapımı "The Mother" filminin, filmden çok konuşulan hikayesini yazdığını da ekleyebilirim... Yazılı basında yayımlanan kısa hikayelerini bile takip etmeye çalıştığım yazarın "Yakınlık" adlı kitabını okumamıştım sadece. Orijinal adı "Intimacy" olan kitabın da filme çekildiğini, hatta 2001'de Berlin Film Festivali'nde büyük ödülün sahibi olduğunu duymuştum. Nihayet bu kitabı da okuyarak, sevdiğim bir yazarın daha tüm eserlerini okuyup "hayranlık" kelimesinin altını doldurmuş oldum.


Kitap bir yazarın, eşini ve iki çocuğunu; eşinden daha genç bir kadın uğruna terk etmeden önceki son gecesinde düşündüklerini ve hatıladıklarını anlatıyor. Bazı kitaplar vardır hani, konu ilgilendiğiniz bir konu değildir, yazar bildiğiniz bir yazar değildir ve tereddütle başlarsınız okumaya. Sonra birden kitabın konusu uçar gider ve yazarın kalemine ve anlatısına kapılırsınız. Bu kitap da aynen böyle. Ben yazdığı konuları da hep cesur bulduğum ve sevdiğim halde, bu kitapta Kureishi'nin kalemine kapılıp gittim. Bu kadar mı iyi yazılır, bir hikaye bu kadar mı iyi anlatılır diyerek bitirdim okumayı...
Hemen tavsiye etmek istedim okuyan dostlara...


Kitaptan Sevdiğim Bir Paragraf: Asif'in mutluluğu beni kapsamıyor. Bir süre sonra birbirimize en fazla gülümseyebiliyoruz o kadar. Onunla Victor'la aramdaki gibi bir iletişim kuramıyorum. Beni çeken mutsuzluk, yaralar. Ancak o zaman karşımdakini anlayabilir ve faydalı olabilirim. Genel bir depresyon ve hafif kasvet ortamında kendimi evimde hissederim. Mutsuzluğu severseniz asla arkadaşsız kalmazsınız...



Mira Nair:

Kitabı bir günde bitirdim ve ardından ne tesadüftür ki yine tüm filmlerini izlediğim halde sadece tek bir filmini görmediğim bir yönetmenin büyüsüne kapılıp gittim... En sevdiğim filmler listemde hep özel bir yeri olan "Monsoon Wedding-Muson Düğünü"nün Hintli kadın yönetmeni Mira Nair'den bahsediyorum...
Sinemaya genel olarak bakıldığında yönetmenlik erkek işi gibi görünür, kadın yönetmenlerin filmleri sadece kadın duyarlılığını yansıtan, misyonu sadece kadın olan filmlermiş gibi düşünülür, önyargı hakimdir. Gerçekten böyle düşünenler varsa hemen Mira Nair ile tanışmasını tavsiye ederim. Kendi kültürüne sadık kalarak evrensel filmler çeken, evrensel duyguları bir kadın gözünden çok bir sinemacı gözüyle değerlendiren bir yönetmen Nair. "The Namesake" bunun en güzel kanıtı.



Hindistan'dan Amerika'ya göçen bir aile, modern dünya ile kültür çatışması, aile kurumunun farklı kültürlerdeki yeri, ilişkiler ve bağlar... Tüm bu konular filmde ailenin erkek çocuğu ve onun "adının" hikayesi üzerinden işleniyor... Filmin adı da buradan geliyor zaten... Nitin Sawhney imzalı müzikler ise muhteşem... Eğer tanışma fırsatınız olmadıysa Mira Nair ile, başlamak için iyi bir neden bu film...

31 Temmuz 2009 Cuma

Yeni Single Herkese Bedava...


Geçtiğimiz gün "Kraliçe Dönüyor" başlıklı yazımda Whitney Houston'un yeni albümünün müjdesini vermiş ve şarkıları tanıtmıştım. Kraliçe döndü, hem de dinleyicilerine albüme adını veren harika parçayı hediye ederek...

http://www.whitneyhouston.com/ adresini tıklıyorsunuz , hemen sağdaki haberler bölümünde "I Look To You Free Download" bölümüne gidip, aşağıda linkleri verilen ülkelerden birine tıklayıp bu harika şarkıyı indirebiliyorsunuz...

Ve bu geri dönüşe layık olabilmek için Eylül'de çıkacak orijinal albümü de lütfen alıyorsunuz... Korumamız gereken kaç efsane var ki?

28 Temmuz 2009 Salı

Gülümseyin , çekiyorum :)

Milyon kere de izlense, kahkahalarla güldürebilen sahneler var... Aklıma geldikçe izlediğim bu videoların bazılarını, zaman zaman burada paylaşmak istiyorum...
İşte ilki: Jim Abrahams 1988'de yönetmenliğini yaptı. Bette Midler ve Lily Tomlin oynadı... Filmin adı "Big Business". Bette'in ikiziyle karşılaştığı ve aynaları denediği sahnelerle, Lily Tomlin'in çıngıraklı yılan hareketini izlediğimden günden beri unutmadım:)

21 Temmuz 2009 Salı

Kraliçe Dönüyor...



Aylar önce bir video paylaşım sitesinde "I Look To You" adlı bir şarkı dinlemiştim. Müthiş müzisyen R. Kelly piyano başında şarkıyı okuyordu, ama ne okuma... Sözler çok özellikli değil, beste çok farklı değil ama yorumla nasıl da değişen ve insanın tüylerini diken diken eden bir şarkıydı. Videonun altındaki yorumlarda, bu şarkının Whitney Houston için yapıldığı dedikodularının dolaştığı söyleniyordu. Şarkıyı dinlediğim anda garip bir şekilde benim de içimden geçen şey oydu. O şarkıyı Whitney Houston okumalıydı ve bunca aradan sonra yeni bir "I Will Always Love You" ile müziğe harika bir dönüş yapmalıydı...


Daha sonraları yeni albüm haberlerini takip ettim. Ve birkaç gün önce Whitney Houston'ın resmi albüm kapağı görcüye çıktı. Hem çok şaşırdım, hem de hiç şaşırmadım desem yeridir. Albümün adı, içindeki bir şarkının adıyla aynıydı..."I Look To You"...


Şimdi bu yazıyı yazarken şarkı listesinin de resmen açıklandığını okuyorum. Whitney Houston öyle büyük bir ses, öyle gerçek bir yıldız ki; hakkındaki tüm insafsız yorumları duymamazlıktan gelip, albümünü merakla bekliyorum... Kraliçe'nin dönüşü muhteşem olacak, bunu biliyorum...


1 Eylül 2009 tarihinde çıkacak albümün şarkı listesi de şöyle:


1. Million Dollar Bill
2. Nothin' But Love
3. Call You Tonight
4. I Look To You
5. Like I Never Left (feat. Akon)
6. A Song For You
7. I Didn't Know My Own Strength
8. Worth It
9. For The Lovers
10. I Got You
11. Salute

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Jale Demirdöğen'den "Kusursuz Veda"...

Jale Demirdöğen, uzun zamandır şiirlerini hayranlıkla okuduğum İzmir'li bir şair... Kendisinden ikinci şiir kitabını bekliyorduk ki, o ilk romanı "Kusursuz Veda" ile şaşırttı okuyucularını... Aslında kitabına "ilk roman" demekle haksızlık yapmış olabilirim... O kadar ustaca bir kurgu ve anlatım yakalamış ki, yazarın "romancı" kimliğine yeni demek doğru değil sanki... Kitap hakkında çok ipucu vermem yanlış olur çünkü sürprizli ve okuyucusuyla karakterlerini sürekli terazinin kefelerinde tarttıran bir akışta ilerliyor... Okuduktan sonra tartışılacak ve başkalarıyla iletişimimiz hakkında üzerinden geçip düzeltilecek çok şey var gerçekten... Merak edenler için kitabın kapak resmini ve arka kapak yazısını ekliyorum... Okuyan olursa da konuşmak için buradayım:)



Bir veda ancak; masumiyeti kadar ölümsüz ve ancak; mahkûmiyeti kadar huzursuzdur. Bir veda ancak; giden, kalanı kusuruyla yüzleştirmeyi başarabildiğinde kusursuzdur. Hayatının yarısını sağır yaşayanlar, diğer yarısını dilsiz yaşamayı göze alacaklardır. Çünkü vaktiyle sesini duyuramamış olan vicdan, günü geldiğinde daha yüksek sesle konuşup, sahibinin karşında bir intikam gibi duracaktır! Ve insan, her koşulda ve her şeye rağmen suçunu bir başkasının üzerine yıkmak üzere donatılmıştır; ta ki bugünün, düne dönüşü imkânsız bir uzaklık olduğunu anlayıncaya kadar...

***

İnsan ilişkileri ve iletişimsizlik hakkında derin ve soluk soluğa bir roman "Kusursuz Veda". Kendisini sorgulayan ve vicdanıyla hesaplaşabilenler için, okuyucusunu karşısına davet eden bir boy aynası hatta...

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Dolores Yeni Albümüyle Geliyor...


"The Cranberries" birçok müzikseverin kişisel tarihinin en önemli parçalarından biri bence. Bir grup, dağıldıktan sonra bile varlığını bu kadar güzel koruyabiliyorsa; gerçekten kalıcı ve özel bir durum yaratmış demektir... Grubun vokalinin sağlam olması, tavrının ve sesinin benzersiz olması da bu kalıcılığın en büyük nedeni diye düşünüyorum. Müzikal yolculuğuna solo albümlerle devam etme kararı alan ve "Are You Listening?" adlı çalışmasıyla ilk adımı atan Dolores O'Riordan, ikinci solo albümü "No Baggage" ile çok yakında özleyenlerini sevindirecek... Albümün tanıtımı yapıldı ve hatta şarkı listesi de açıklandı... Ben merakla bekliyorum:)




1. Switch Off The Moment
2. Skeleton
3. It's You
4. The Journey
5. Stupid
6. Be Careful
7. Apple Of My Eye
8. Throw Your Arms Around Me
9. Fly Through
10. Lunatic
11. Tranquilizer

12 Temmuz 2009 Pazar

bu senin "çıkış bileti"n...


hiçbir aşkın gölgesinde büyümez beyaz bir gül...
beyaz bir gül ancak ağlayarak okunmuş bir kitabın sayfaları arasında ağlatanını hatırlatıp ölür...

orada,
senin kalbinle, benim yüreğimin arasında,
-bazısına sorsan ikisi de aynı der aslında-
hiç geçilmeyen bir köprü var...

sırtını dönsen aşkın kapısı arkanda
ve önünde sonsuza uzanmış ufuk çizgisinde arıyorsun suçu...
suçun ve aşkın arasındaki yol dar...

şimdi altın kafesinde tuttuğun resim
sararıp solduğunda
ve öylece kafesin parmaklıklarından havaya uçuştuğunda
kendi aynana bakacaksın biliyorum...
ben kilidimin anahtarını çoktan bir sokak çocuğuna hediye etmiş,
seni de aşkın yanlış adımları taşımayan kaldırımlarına uğurlamış olacağım
o sıra...

ve o sıra sana geldiğinde,
gözlerin hani o sevdiğim kendi renginde parladığında
bana susacaksın...
susayan ama konuşamadığı için sadece sustuğu sanılan biri olacaksın...

iki güzel kelimeyi yanyana getiremeyen bir çölden kaçarken,
iki güzel kelimeyi yanyana yakıştıramayan başka bir çöl de sen yaratacaksın...

her çöl geçilir, unutma istersen,
her çöl geçilir... unutmayacaksın...

şimdi o çağlayan suyun altında dur,
dur ki üzerinden bir semt geçsin, bir sokak geçsin, bir hayat geçsin, bir heves geçsin...
sen de geç kendi üzerinden,
sevmediğin yerleri düzelterek ve hiç acele etmeden...

karşı kıyılarında özgürlük var,
aşk var o kıyının sularında...
hatta yaz da geldi ama,
bu kez karşı kıyıya geçtiğinde bile
aşk hala karşında kalacak,
bunu hep hatırla...

sen bir hevesin çelmesinde sırtüstü uzandığında bir sala;
sana son sözüm bir şarkı yollayacağım buradan,
defalarca kendine yolla diye zarfın üzerine yapıştırmayacağım pulu
gönderirken sen yala...


"ne olursa olsun araya biraz zaman koyunca
acının yüksek ateşi düşüp de ayrılık soğuyunca
adım gibi biliyorum ki bana sen de hak vereceksin
anlayacaksın ama geçici bir süre kızıp köpüreceksin...

bekleme boşuna ben bidaha o altın kafese geri dönmem,
üzülür efendi gibi çekerim acımı ama kolay kolay da ölmem,
yaralıyım elbet, bir arıza bir iz bırakabilir o kadar olsun,
küllenirim bi süre için için yanar, tamamen de sönmem..."



diyeceğim şu ki...

sen cennetin kapısında şeytan kuyruğu arayan damlamamış bal,
ben cehennemin önünde kırmızı gül bakınan usanmamış mal...

hepsi bu kadar...


3 Temmuz 2009 Cuma

Birsen Tezer'den "Cihan"



Birsen Tezer ile tanışmam çok yakın bir dostumun aracılığıyla ve "Çığlık Çığlığa" adlı Ortaçgil şarkısına enfes yorumuyla olmuştur. Sonraları karşılaşmamız, yakın dostluğumuz, büyük sanatından da büyük kalbi ve her defasında büyülendiğim sesi ve sahnesi ile vazgeçilmezlerimden biri haline gelmiştir. "Cihan" adlı albümü bugün satışa çıkmışken ve albümün dinleyiciye ulaşma aşamasına kadar yaşadığımız güzel paylaşımları ve heyecanı düşünürken, hislerime sizi de ortak etmek istedim... Onun hislerine de tabi...


Tanıtım yazısında diyor ki sevgili Birsen Tezer;
"10 yıl süren Bodrum maceramdan sonra İstanbul'a ayak basar basmaz bunca yılın birikimini, yıllardan beri aynı sahneyi paylaştığım grup arkadaşlarıma sözel ve müzikal anlamda anlatmaya başladığımda bir proje fikri kaçınılmaz oldu. Evlerde başlayan çalışmalar ve üretimler şekillenmeye başladığında sonunun bir albüm formatına dönüşeceği aşikardı. Biz de kolları sıvadık ve dostlarımızın yardımı ile ruhumuzdan çıkanları kayıt altına aldık. Kayıtlar ''hücum kayıt'' yapıldı ve o an ne hissedildi ve ne düşünülerek çalındıysa hapsedildi. Kusurlar bırakıldı. Beş kişi tek bir duyguda yoğunlaşıp bütünleşmeyi yaşadı... Gönül gönüle, yüz yüze ve göz göze aynı odada!"




Kaliteli müzik talep eden dinleyicinin ilgiyle sahip çıkacağını düşündüğüm albüm benim için ne kadar özelse umarım duyduğunuzda sizin için de öyle olur... "Çığlık Çığlığa" adlı şarkıyı bu albümdeki en muhteşem kaydından dinlemenizi de özellikle tavsiye ederim...


Albüm Şarkıları :

Aşk Bu Değil / Söz: Rüştü Şardağ Müzik: Avni Anıl
Balıkesir / Söz & Müzik: Zafer Cınbıl
Bilsen / Söz: Birsen Tezer Müzik: Erkan Oğur
Çal Kapımı / Söz & Müzik: Birsen Tezer
Çığlık Çığlığa / Söz & Müzik: Bülent Ortaçgil
Değirmenler / Söz & Müzik: Bülent Ortaçgil
Di Gel Yanıma / Söz & Müzik: İlhan Şeşen
İstanbul / Söz & Müzik: Birsen Tezer
Seher Vakti / Söz: Birsen Tezer Müzik. Erkan Oğur
Sus Pus / Söz & Müzik: Birsen Tezer

2 Temmuz 2009 Perşembe

Elif Şafak, Nilgün Marmara, Irvin Yalom...

Epey bi aradan sonra okuduğum ve paylaşmak istediğim birkaç kitaptan bahsederek başlayacağım söze...
Kitaplardan ilki, içinde bulunduğu konulardan ve yazarlığı dışındaki gündeminden hep rahatsızlık duyduğum; sık sık eleştirdiğim Elif Şafak'ın popüler kitabı "Aşk". Çok seven de var, eleştiren de; hikayeyi yetersiz bulan var, fazla gelen de... "Mevlana ve Şems" hakkında daha önceleri çok okuduğum, araştırdığım halde ben sevdim romanı. Yazarın, herkesin gözünden hikayeye bakma fikrini ve günümüzle bağlantısının kahramanı Aziz Zahara'yı özellikle sevdim... Sırf okuyan bir insanı daha iyi bir insan yapması ihtimali yüzünden bile Elif Şafak için artık kötü söz söylemem... Fırsat bulmuşken yayınevi için birşey söylemem mümkün sadece. Pembe kapaklı bu kitabı erkekler okumak istiyorlarmış ama ellerinde gezdirmekten ve renginden utanıyorlarmış. Yayınevi ve yazarın ortak kararıyla yeni baskılar kül rengi çıkmış. Tamam çok popüler oldu bu roman ama kitap hala daha çok bir kültür ögesi. Renginden dolayı bir kitabı okumayı reddeden biri onu okusa n'olur, okumasa ne... Bence okuyun, hem de pembesinden...


Sevdiğim bir paragraf: "Ah minel aşk! Aşk'tan önce Aşk'tan sonra... Aşk yeryüzündeki en eski, en dirençli gelenektir. Aşık dışlanır ama dışlayamaz. Aşık incinir ama karıncayı bile incitemez. Aşık olunca anlarsın. Yüreğin bir kadife keseye dönüşür, içinde sırma bir yumak; sen bu yufka gönülle kimselere kıyamazsın. Yaşayan ve yaşamış aşıkların safına katılırsın. Korkma! Aşk'ta yok olunca zahiri tarifler, zihinlerdeki kategoriler buhar olur uçar. O noktadan itibaren "Ben" diye bir şey kalmaz. Tüm benliğin olur koca bir sıfır. Orada ne şeriat kalır, ne tarikat, ne marifet. Sadece ve sadece hakikat..."





Diğer kitap aslında ilginç bir tez... İntihar eden şair Nilgün Marmara'nın yine intihar etmiş başka bir şair olan Sylvia Plath hakkında kaleme aldığı, Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümü lisans mezuniyet tezi. Marmara'nın orijinalinde İngilizce olarak yazdığı bu metin, Dost Körpe tarafından çevrilerek ilk kez 2006 yılında yayımlanmış. Plath'ın "Sırça Fanus" adlı kitabını ya da en azından "Lady Lazarus" adlı ünlü şiirini bilenler, yazarın dünyasını az çok tanımışlardır. Nilgün Marmara'nın kaleminden çıkan eserlerin sayısının azlığı nedeniyle, yazdığı "tez" olsa bile bu kitabı daha önemli bir hale getiriyor bence. "Sylvia Plath'ın şairliğinin intiharı bağlamında analizi" kısa, net ve iki şairin karşılaşma noktaları açısından ilginç bir kitap. Hem okuduktan sonra "Sırça Fanus" adlı kitabı daha da merak edebilirsiniz...



Sevdiğim bir paragraf: "Lady Lazarus'ta, kişisel acı dünyasıyla ortak acı dünyasını birleştirmeyi başarır. Plath, psikolojik zayıflığını ifade eden konuşmacıda odaklanır. Kendini başarılı ve intihara meyilli bir yaratıcı, dinleyicileriniyse insan doğasının faşistçe yönlerini taşıyan sadistler olarak görür. Sonunda, reenkarnasyon yoluyla, "insanlıktan" intikam alabilecek bir cadıya dönüşür..."


Üçüncü kitap aslında bu dönem yeniden okuduğum bir kitap. "Nietzsche Ağladığında" müthiş kurgusu, roman dili ve büyüleyici şahsiyetleriyle dönem dönem tekrar okunması gereken bir kitap bence. Irvin Yalom'un zeki ve usta kalemi tüm kitaplarında kendini ele veriyor gerçi ama bu kitap felsefi açılımların zorlayıcılığının altından kalkabilmesi nedeniyle daha çok övgüyü hakediyor. Doktor Breuer karakterine yakınlık duymayan ya da Nietzche'nin söyledikleri üzerinde uzun uzun düşünmeyen var mıdır bu kitaptan sonra bilemiyorum. Bildiğim okunması şart olan kitaplar listesindeki çok iyi derecesi... Sadece okumayın, okutun da...



Sevdiğim bir paragraf: "Şehvet, topuklarımızı kemiren bir orospudur! Ve bu orospudan bir parça et esirgendiğinde, bir parça ruh için yalvarmayı çok iyi becerir..."

24 Mart 2009 Salı

Kişisel Bir Şey...



Geçtiğimiz akşam çok sevdiğim Desperate Housewives dizisinin en güzel bölümlerinden birini izledim... Dizinin sonundaki dışsesin anlattıklarını hep çok önemsiyorum. Mary Alice'in, arkadaşlarının dostluklarına ve ilişkilerine objektif olarak bakışını ve değerlendirmelerini dinlerken, bazen o söylenenlerin o sıra yaşadıklarıma denk geldiğini de şaşkınlıkla izliyorum. Yine öyle oldu, dizi biterken görüntülerin üzerine söylenenler şöyleydi...


"Çok iyiymiş gibi görünen insanlara asla kanmayın. Onlar yüzünüze karşı gülümserler ama bir yandan da sizden bir şeyler çalmışlardır. Sıcak bir selamlamayla sizi karşılarken, bir yandan da sırlarınızı ortaya çıkartmaya çalışıyorlardır. Size kahve ikram ederken, bir yandan da sizi polise şikayet ediyorlardır. Ve kaba davranmaktan çekinmeyenlere de gücenmeyin, çünkü bu aslında geçerli bir sebebe dayanan, ince bir davranış olabilir..."

Hayatla arama "güven " problemi sokan herkesin şerefine hiç yapmadığım bir şey yaptım; ilk kez bir kadeh dolusu şarabı ağzıma diktim ve boğazımı yaka yaka sonuna kadar içtim... Ya benim kanıma yarasın, ya onların kanına dokunsun...

Bir vampirin teni kadar şeffafken her şey, yine de kabulüm; onlar nasıl isterse öyle olsun...




8 Mart 2009 Pazar

Dünya Kadınlar Günü - Özel Söyleşiler


8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nü bu sayfalarda kutlamayı ilk düşündüğümde, bir teşekkür yazısıydı aklımdan geçen. Sonrasında okuyucular için de güzel bir sürpriz olacağını düşünerek sinema, edebiyat, müzik ve televizyon konularında, kendi dallarının en değerli isimlerini konuk etmeye heveslendim. Hem merak edilen bir kaç soruyla mini söyleşiler yapacak, hem de bu özel günün anlamıyla ilgili söylemek istediklerini sizlerle paylaşacaktım. İsteğimi sevgili dostlarıma ilettiğim gün hepsinden gördüğüm yakınlık ve hızlı yardım için yeterli bir teşekkür kelimesi bulamıyorum. Gerçekten benim için çok önemliler. Sinemamızın son yıllardaki en başarılı oyuncularından Serra Yılmaz, edebiyatımızın en zarif incisi İclâl Aydın, müziğimizin gelmiş geçmiş en büyük yorumcularından Birsen Tezer ve televizyon dünyamızın en yetenekli prensesi Ezgi Mola... Ayrı ayrı, hem kariyerlerini hem de dostluklarını çok önemsediğim güzel isimlerin Kadınlar Günü'nü kutluyor, onları huzurlarınızda eğilerek selamlıyorum...

-Serra Yılmaz-

-"Temel İçgüdü" adlı yemek programından önceydi, "Sultan Mutfakta" adlı bir filmin çalışmaları için Londra'ya gittiğin söylendi. Bir Ümit Ünal projesiydi sanırım... Hatta bir seri katili canlandıracağın haberleri çıktı... Merakla beklerken çekimlerin durduğunu da duyduk sonradan... Gerçekten rafa mı kalktı o proje? Sonrasında yemek programı fikri nasıl oluştu?
-Londra'ya filan hiç gitmedik, film henüz sadece proje aşamasında. Katiyen o haberlerde çıkan aşamaya yani gidilip de mekan saptanması, vb... aşamasına ulaşmadı. Bu sene çekilme şansı yüksek görünüyor... Bakalım.
Yemek programı aslında bir sohbet programı aynı zamanda, özelliği o. Yoksa gereğinden fazla yemek programı var tüm kanallarda, fikri uzun zamandır fikir olarak durdu asla somutlaşamadı ama fikirden haberdar olan bir arkadaşım somutlaşmasını sağladı...
-T.V'deki "Parmaklıklar Ardında" adlı dizinin ilk sezonunda sevenlerin seni daha sık görmekten dolayı mutluydu, hatta hikayeyi sesinden dinlemekten bile... İkinci sezon dizinin ritmi yavaşladı, biraz geri çekildin, başka projeler mi var?
-Ben diziden ayrıldım, arada bir sesim kaldı. Ancak hikayemin finali için bir kaç bölümlüğüne dönme sözüm var... Ve istendiği takdirde sözüm söz. Benim gibi aynı zamanda yurtdışında çalışan ve buna aday olan bir oyuncu için İstanbul haricinde bir dizide oynamanın neredeyse imkansız olduğunu bu vesileyle anlamış oldum.

-Ülkemizdeki oyunculuk koşullarıyla yurt dışındaki şartlar karşılaştırıldığında en büyük fark nedir?
-Saygı. İnsan muamelesi görmek derim.
-Şarkı söylemeyi çok sevdiğini biliyorum, kariyerinde yapmak istediğin en büyük hayalin nedir? "Bu kadını oynamak kariyerimin en doğru adımıydı" dediğiniz rol hangisi?
-Şu sıralar arzum Fransa'da çalışmak, hayalden mi ibaret hep birlikte göreceğiz. Oynadığım tüm kadınların verdiği tat değişik ve keyifliydi ama Anayurt Oteli'ndeki "Zeynep" tabii ki özel bir yere sahip.
-Türk Sinemasını sevmemiz için üç şey söyleyebilir misin?
-Türk, Ermeni, Şili sineması diye bir ayrım yapmıyorum ben. Sinemayı sevmek için üç kelime : düş, başka diyarlar, başka hayatlar, macera, eğlence, öğrenme, frigo, merak, kahkaha, gözyaşı... devam edeyim mi???? Rahmetli ve sevgili Onat Kutlar'ın dediği gibi "Sinema bir şenliktir."
-Dünya Kadınlar Günü'nde, ülkemizdeki kadınların diğer toplumların kadınlarından farklı olarak en büyük sorunu nedir, elinde olsa neyi değiştirirdin?
-Erkekleri değiştirirdim, yani iktidarı.




-İclâl Aydın-



-"Evlerin Işıkları Bir Bir Yanarken" adlı yeni kitabın henüz çıkmışken sormak istiyorum: Sevenlerinin ve takipçin olan okuyucularının yüreğindeki ışıkları yakmak nasıl bu kadar kolay? Nedir bu samimiyetin sırrı?
-Ne güzel bir ödül bu soru...Umarım öyledir... Kişinin kendini, eylemini anlatması çok zor iştir bilirsin. Samimiyetle sınandığımı biliyorum yıllardır. Çok soyunuk olduğum haller oldu, üzerimi örteyim diye tenimi yırttılar adeta... Şimdi kendi içimde kendime bile daha korunaklı, daha uzak dursam da geçmişteki o çocuksu çıplaklığı bugünün sadeliğiyle örtüştürebilen, görebilen için söz konusu sanırım bu "samimiyet" . Sırrına gelince... Yanmaktan sonraki ciladan olsa gerek:)
-Televizyonda, basında, edebiyatta, sinemada güzel işlere imza atan biri olarak kendini en iyi ifade ettiğin alan hangisi? En çok nereden beslendi İclâl Aydın?
-Edebiyatta demeyelim de kimse gücenmesin:) "yazı dünyası" tanımı daha tatmin ediyor beni. Söz konusu alanlarda varlık gösterebilmek bir mucize aslında. Her birinde çok mutlu olduğum, çok eğlendiğim, zihnimi çok doldurduğum günler olduğu gibi fena çuvalladığım projeler de mevcuttur. Sanırım yazıya daha yakın buluyorum kendimi. Ve bu yüzden çok çalışıyor, kimsenin farkında ve umrunda olmayacağı şeyleri gözden çıkarıyorum. Olumsuzluk ve beni ötelemeye çalışan ellere ve isimlere çok şey borçluyum. Çok eğlenerek yaptığım işlerde bir de üzerine para kazanıyordum. Keyfim çok yerindeydi. O "iblisler" olmasa kendimi daha iyi bir ben, daha iyi bir kalem olmaya zorlamazdım belki de... Oldum mu peki? Olmuyor işte... ama ben çok sevdim bu koşuyu:)


-Ülkemizde edebiyat neden bu kadar geride kaldı, neden yeni ve parlak yazarlar ortaya çıkamıyor?
-"Edebiyat" geri kaldı çünkü "Edebiyat"ı o kadar korumaya aldılar ki, kimin için kimden koruduklarını sorgular olduk artık. Yazı kendini durmaksızın yenileyen bir harekettir. Bugün küçümsediğimiz internet dili ve kısa mesaj sembolleri ne yazık ki geleceğin dilini oluşturuyor bunu kabul etmek zorundayız. Bundan hoşlanmasak da bu değişimi takip etmek ve belki de suyun yönünü değiştirmek için harekete geçmek gerek. Gençleri küçümseyerek, değişimi yok sayarak ve komik şişkinlikler içinde korumacı olduğunu iddia etmekle nelere yol alındığı ortada.
-Şiirle aşkın devam ediyor mu, kişisel olarak şiiri edebiyatımızda nerede görüyorsun? Ayrıca yoğun bir şiir albümü beklentisi var, yeni bir proje de var mı?
-Aslında şiir yaşamımın içinde elzem bir zihinsel beslenme ürünüdür. kendi yerini hayatın içinde kendi gelip buluverir. Ben bir şiir yazmıyorum içtenlikle söylüyorum bunu. Belki şiirsel metinlerdi bunlar. hayatımın belli bir döneminden kendiliğinden ortaya çıkmış bir yaş dökümüydü. 30 yaşındaydım. Bir bebek bekliyordum. Şiire elverişli bir ortam söz konusuydu:) Bir albüm daha mı? Sanırım hayır... Gelmiyor artık.. Gerçekten... Bir şiirden geçenler çoktan gittiler korkarım...
-Türk edebiyatını sevmek için üç şey söyleyebilir misin?
-TUCSRNSSFÇAKİAFBOKSİ ve MM ve EK :) Turgut Uyar, Cemal Süreya, Reşat Nuri Güntekin, Sevgi Soysal, Feride Çiçekoğlu, Ayla Kutlu, İnci Aral, Fakir Baykurt, Orhan Kemal, Selim İleri ve biricik Murathan Mungan... Son prensim: Emre Kalcı.. Üçü geçtim biliyorum:)
-Dünya Kadınlar Günü'nde toplumumuzdaki tüm kadınlar adına tek bir şey yapma hakkın olsa, nereden başlardın?
-Kadına kadını sevdiren bir gen mutasyonu üzerine çalışırdım:) Birbirini kollayan, dedikoduyla vahşileşmeyen, oryantasyon duygusu gelişkin ve coğrafyaya sağladığı uyumla çabucak birlik olabilmemizi sağlayan mucizevi bir genimiz olsaydı:) Genetik olarak kadıncıl olsaydık yani:)



-Birsen Tezer-

-Albüm için kendini zorunlu hissetmedin uzun zaman. Sahnede mutlu olan ve sesi sahneyi ayağa kaldıran sanatçılar, dinleyicilerinin sabırsızlığına rağmen neden albüm çalışması için diğerleri kadar heyecanlanmıyorlar? Bu müzikte bir çeşit "kendine güven" olabilir mi...
-Kendine güven çok bıçak sırtı bir kelime.Tabi ki eğer sanatın bir dalı üzerine yoğunlaşma ve uzmanlaşmayı içeriyorsa durum; hele ki eğitimini bunun üzerine yapmış insanların konuları üzerine eğilmemeleri, emek sarf etmemeleri genellikle imkansız diye düşünüyorum. Bu da müzik emekçisinin, kıyıları sonsuz renklerde olan müziğin en azından birkaçını keşfetmiş olduğu anlamına geliyor. Evet! Bu da bir güven getirmeli bence o müzisyene, ama albümü ertelemenin pek bununla bir ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Bu biraz, müzisyenin kendini geliştirebilme adına girdiği arayışlarda ve sahne performansının getirdiği keyif bağımlılığında kaybolmasıdır. Eğer önüne bir proje geliyorsa da sık eleyip sık dokumak ve kendine göre en iyisine ulaşma arzusudur diyebiliriz.
-"Bülent Ortaçgil Tribute" albümünde bir "Çığlık Çığlığa" okudun, "cover'ı orjinalinden daha iyi şarkılar" listesinde bir numaraya oturdun. "Birsen kimin şarkısını okusa, daha iyi okuyor" diye bir efsaneye dönüştün. Ne diyorsun bu durum için ve Çığlık Çığlığa'nın hikayesi nasıl başladı?
-Bülent Ortaçgil, kendimi bildim bileli hayranlık duyduğum bir müzisyendir. Şarkılarını söylemek sanki bir anlamda, o zamanlar yazmak isteyip yazamadığım şarkıları dillendirmek gibi bir şeydi benim için. Daha önce anlattığım üzre, her defasında yolculuklara çıkmak, keşfetmek ve belki kaybolmak sahnede."Çığlık Çığlığa" böyle bir şarkı işte. Hep söylerim, bence yazılmış en güzel aşk şarkısıdır diye:) Söylediğin şarkıya aşık olmak çok önemli, onunla kendi aranda gizli bir bağ oluşturmak... Belki de bu bağa tanık oluyorlar beni dinlerken ve hissediyorlar özelimi.
-Sahnede seni izleyenleri şaşırtıp her müzik türüne hakimiyetinle fark yaratıyorsun. Klasik Türk Müziği, Dünya Müziği, Popüler Müzik, Jazz... Bu yelpaze nasıl bu kadar genişledi? Eğitimin dışında tüm bu türlere yakınlığının başka bir nedeni var mı?
-Kulağıma hoş gelen her tür müziği tam bir çocuk açlığı ile dinlemek ve özümsemek istemişimdir. Jazz da tamamen doğaçlamaya yönelik bir müzik olduğu için hep favorim olmuştur. Eğitimimi Türk müziği üstüne tamamladığım için de çeşitlilik kaçınılmaz oluyor. Kendi kültürümün ve diğer kültürlerin müziğini merak etmek, araştırmak, dinlemek... Başka bir nedeni yok bu çeşitliliğin.

-Yeni albümünden parçalar dinledim ve çok yakında tüm müzikseverler de bu şansa sahip olacaklar. Albümü, türünü, şarkılarını ve ön çalışmalarını anlatabilir misin biraz?
-Yaklaşık bir sene önce aklıma düşenleri yazmaya başladım. Sonrasında neden müziklendirmeyeyim bu yazdıklarımı derken bir kaç beste çıktı ortaya. Bu, müthiş bir heyecan ve heves getirdi hayatıma. Yıllardır aynı sahneyi paylaştığım arkadaşlarımla bir araya gelip şekillendirmeye başladık elimizdekileri. Bu arada sevdiğimiz ve çalmaktan hoşlandığımız başka müzisyenlerin eserlerini de kattık projeye. Bizim gibi müzisyenlerin en büyük problemi projeyi gerçekleştirecek uygun koşulları sağlayamama korkusudur. Fakat bu koşullar dostlar sayesinde sağlandı. Baştan beri kayıtların doğal gidişatında, yani sahnede çalıyormuşçasına canlı olmasını istedik. Bunu da başardık. Tüm kayıtlar, kusurları ile bırakıldı.Yani bizim kadar çaldık, bizim kadar söyledik söyleyeceklerimizi. Türü nedir diye sorulduğunda ''biz'' diyoruz :) Şimdi de evrene atma zamanı!
-Türkiye'de müziği sevmek için üç şey söyleyebilir misin?
-Türkiye'de müziği sevmek için üç şey... hmmm,
Sahne; Arkadaşlarımla paylaştığım sahneyi kolay kolay hiç bir şeye değişmem.
İstanbul; Çeşitliliği, karmaşası, ışıkları, sokak çalgıcıları, eski evleri, sokaklardaki komik ya da acı enstantaneleri, balık pazarı, meyhaneleri, Boğaz'ı, esnafı, çaput pazarları, çingeneleri, sergileri, konserleri, fotoğrafları ile o kadar ilham verici ve gerçek ki :)
Dostlar: Gerek yıllara dayanan, gerekse daha dün tanıdığım, umutta ya da umutsuzlukta, paylaşılmak istenen her güzellikte ya da dertte, evlerde, sokakta ya da sahnede...benimle olan dostlar.
-Dünya Kadınlar Günü'nde kadınlar adına bir mesaj versen, gerçek bir müzisyenin öncelikli dileği ne olur?
-Töre cinayetleri, aile içi şiddet, cinsel istismar lafları geçmeyen bir Türkiye diliyorum bugün. Hepimizin Dünya Kadınlar Günü kutlu olur umarım yakın bir gelecekte.

Birsen Tezer'den "Çığlık Çığlığa" yorumunu dinlemek için "play" tuşuna basabilirsiniz:




-Ezgi Mola-


-"Canım Ailem" dizisinden sonra artık televizyonun prensesi olduğun gerçeği tescillendi. Feride senin için ne anlam ifade ediyor? Ekiple ilişkin nasıl?
-Feride -son günlerde durumuna üzülsem de- çok eğlendiğim bir karakter, gerçekten seviyorum onu :) Ekibimi ayrıca çok seviyorum... Biz gerçekten "Canım Ailem" olduk; oyuncusundan, yapım şirketine kadar tüm kadrosuyla...
-Sinemada ve tiyatroda başarılı olmayı, televizyondaki başarıdan daha önemli sayanlardan mısın?
-Benim için başarı her yerde başarıdır. Sinema, tiyatro, televizyon... bunların hepsi disiplin ve özel mesai gerektiren işlerdir, sağlam konsantrasyon da gerektirir. Bu yüzden de oyunculuktur benim için aslolan...
-Geçtiğimiz günlerde Türkân Şoray bir söyleşisinde tahtına seni aday gösterdi, prenses ileride sultan da olacak dedi bir anlamda. Bu seni daha çok sinema yapmak adına heyecanlandırdı mı?
-Türkân Hanım'ın hakkımda söylediği her şey beni heyecanlandırıyor. Sinema hedeflerim arasında bu denli kuvvetle yer alırken, bu duyduğum yaşadığım güzellikler de beni daha çok gaza getiriyor, oyunculuğum adına çok heyecanlanıyorum.


-Herkesin ilgisi üzerindeyken rolüne hazırlanmak daha mı zor? Beklenti yüksek olunca gerilmiyor musun?
-Çok geriliyorum; başarıyla beklenti çıtası yükseliyor ve çok geriliyorum gerçekten...
-Televizyonu sevmek için üç şey söyleyebilir misin?
-İlki eğlence, iki ve üçü hâlâ düşünüyorum :)
-Dünya Kadınlar Günü'nde, halkın içinden bir genç kızı canlandırırken toplumumuzda kadınların en büyük sorununun ne olduğunu düşünüyorsun? Ne olmasını isterdin?
-Ayıp-Yasak-Gizli üçgenindeki kısıtlamalar ve özgür olamama halinin artık biraz daha azalmasını; daha dünyayla aynı anda düşünen ilerici kadınlar görmek istiyorum...
Temenni ediyorum...

6 Mart 2009 Cuma

8 Mart Sürprizi...


8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nde blog sayfama, Türkiye'nin çok özel kadınları konuk oluyor... Hepsi kendi alanlarında zirvedeler ayrıca özel kimliklerinin ötesinde benim için önemli ve büyük dostlar... Sorduğum ve merak edilen birkaç soruyla birlikte, onların bu güzel günlerini sayfalarımda kutlamak benim için onur verici olacak... İsimleri hemen verip sürprizi bozmak istemiyorum. Burada olursanız değerli isimlerin ve onların aracılığıyla tüm kadınların gününü beraberce kutlarız arkadaşlar...


8 Mart'ta görüşmek dileğiyle...



27 Şubat 2009 Cuma

Nil Karaibrahimgil Kendi Kıyılarında...



Müziğimizdeki "farklı" boşluğunu ilk albümü "Nil Dünyası" ile doldurmuştu Nil Karaibrahimgil. Aradan geçen zamanda "Nil Fm"den güzel bir yayın yaptı sevenlerine ve "Tek Taşımı Kendim Aldım" diye cevap verdi "girl power" başarısını soranlara. Müzik kariyerine yeni bir albümle devam ediyor Nil ve bu kez kendi kıyılarına nasıl indiğini anlatıyor dinleyicilerine... Aslında Nil müziği dışında hiç hoşlanmadığım bir figür. Bana "kendi halinde takılıyor" efekti veriyor ve bazen "belki hakikatten de özellikli bir konumu ciddiye almıyor" diyorum. Ama hırslı ve çalışkan bir kadın olduğunu da görünce karar vermem daha güçleşiyor. Çok kapalı, çok şımarık, çok halktan uzak dediğim birinin aynı zamanda her yeniliğe çok açık, aydınlanma peşinde ve halkın istediğini verebilen biri de olabilmesi bana tuhaf geliyor. Sanki hiç bir desteğe ihtiyacı yokmuş gibi ancak çok fazla desteklendiği insanlarla bir topluluk içinde yaşıyor; hayranlarıyla ilişkisini önemsemez gibi, tam tersine şimdilerde kişisel web-sitesinde özel hayat detaylarını insanlara açıyor... Belki de Nil müziğini yaparken bir yandan da gerçekten büyüyor; önce evcilikler oynuyor, ilk aşkına kek pişiriyor, sonra kırılıyor ve o tarafı belli olmasın diye duvara yaslıyor, ardından önceliği kendine vermesi gerektiğini düşünüp parmağına yüzüğünü bile kendisi takıyor... Ve artık müzikte olduğu yerde durup, biraz kendi içine dönmek istiyor...


Albüme gelince şahane bir kapak fotoğrafı ve tasarımı karşılıyor ilk önce bizi. Nihat Odabaşı'nın çektiği fotoğraflarla albüm, özel konseptin de katkısıyla ismine daha yakışır güzellikte olmuş gerçekten. "Nil Kıyısında"nın diğer albümlerden en büyük farkı bu kez düzenlemelerin Alper Erinç'e ait olması. Müzikal anlamda farklı bir tat var şarkılarda, öncekiler gibi birbirine çok benzemiyorlar mesela... Okumalarda bazı sorunlar var, hatta bazen detone mi değil mi diye kendinizle çeliştiğiniz yerler de var aralarda, ama yine müzik dünyamıza farklı bir nefes aldırdığı da gerçek. Gelelim şarkılara:






Çıkış parçası doğru seçim, "Seviyorum, Sevmiyorum" Nil'in ve Elif Ersoy'un geri vokalleriyle beslenerek daha güzel bir şarkı oluvermiş. "yok ki senin bir yedeğin" şarkı içinde güzel bir cümle ancak sözlerin tümü okunduğunda bir anlam bozukluğu var. "Çok Canım Acıyo" elektronik-oryantal müziğiyle ilginç olmuş, sözler eski Nil şarkılarını hatırlatan muziplikte ve eğlenceli gerçekten. "Yalnızlardanım" albümün slowlarından ve en güzel şarkılarından biri. Hatta belki Nil'in kariyerinin en güzel şarkılarından da diyebilirim. Geçen yaz ilk kez Rumeli Hisarı'nda gitarıyla okuduğunda şarkı hakkında ne düşündüysem, hala aynısını düşünüyorum. Çok sevdim... Diyor ki Nil: "aslında çok garip hiç kavuşmadık, tenize az değdim tam karışmadık, içim boş kaldı çok yandı canım, artık ne yapsam yalnızlardanım..." "Ne Garip Adam" adlı şarkı için ne diyeceğimi bilemedim. Sözler güzel tek başına, müzik de süper; ama bir arada azalıyorlar sanki... Mazhar Alanson destekli "İlla"ya gelince, albümün tek sevemediğim şarkısı. Melodisi gerçekten güzel ama sözler çok kötü ilk kez. Alanson vokalinin de hiç bir orijinalliği yok. Aralarında bir anısı varsa bu şarkının bilemem onun dışında albüme bir katkısı yok diye düşünüyorum. Normal seyirde başlayıp ska türüne uzanan, sonlarına doğru balkan şarkılarını andıran bestesiyle ilginç bir şarkı "Eminim Sevmediğine". Albümün güzel parçalarından, nakaratta kulağa kötü gelen bir okuma bozukluğuna rağmen hem de... "Duma Duma Dum" seksenlerin yabancı pop şarkıları gibi başlıyor, fena da değil ama adından ve şarkıda geçen bu tekerleme kelimelerden dolayı sevemedim. "Kırık" iyi parçalardan biri. Bir hikayeyi basit kelimelerle anlatırken de derin olabilmenin büyüsü var şarkıda. Bestesinden, vokallerine ve bitişine kadar tüm detaylarıyla güzel şarkı; albümün de en iyilerinden biri. Ama hem en eğlenceli, hem de en yüksek enerjili şarkı muhakkak ki "Aşkımız Her Zamanki Gibi Tehlikede". Absürd sözleri, dinamik bestesi ve nefis vokalleriyle dinleyenleri hemen yakalayacak bir parça, her dinleyişte yeni bir klip fikri vermesi de cabası... Nil'in "Simpsonlar" fanatikliğinden ortaya çıkmış, aynı zamanda albümün final şarkısı "Yalnız Kalpler De Atarlar" hafif arabesk melodisiyle dinleyene öncelikli olarak yakın gelecek parçalardan biri. Dizinin bir bölümünü izlerken yazmış bu şarkıyı Nil ve evlenme çağını geçmiş birinin hüzünlü hikayesini, esprili sözlerle anlatmış. Yine albümde sevdiklerimden...

Genel olarak albümün düzenlemeleri ve geri vokalleri bence en başarılı yanları. Sıralamada daha sonra besteler ve sonra da sözler geliyor diyebilirim. Nil'in şarkı sözlerinin albümlerindeki hakimiyeti bu kez geri planda. Peki bu kötü bir durum mu, asla değil. Besteci kimliğini de gösterebilmek için bir şans hatta. Bu konuda da başarılı olduğunu düşündüğümden, yine hayal kırıklığına uğratmadığı bir albümle müzik yolculuğuna kendi özel tavrıyla devam ediyor Nil Karaibrahimgil. Umarım bu şirin konseptinden sıkılıp da fazla deneysel işlere girmez. Çünkü yazıyı yazmadan önce güncellemeleri merak ettiğimden web-sitesine göz atığımda "Hoppala" adlı yeni bir şarkıyla karşılaştım. Siteye videosunu da eklemişler, ayrıca konser görüntülerinde de aynı şarkı var. O kadar kötüydü ki, fazla izleyip bu güzel albümün etkisini azaltmak istemedim... Nil'in kıyısında keyifle gezinirken, yeni şarkının yakınından geçmeyin diye söylüyorum...

23 Şubat 2009 Pazartesi

Oscar Töreni Sonrası İlk Yorumlar Ve Ödüllerde İngiliz Zaferi



Bu yıl ""Kırmızı Halı" geçişleri çok renkli ve şaşalı oldu denilemez. Ne çok özel kıyafetler, ne de çok şık mücevherler göremedik. Zaten törene katılacak yıldızlardan özellikle elmas takmamaları rica edilmişti. Hatta Amy Adams'ın halıda çok eleştirilere maruz kalan gerdanlığı da sanki ünlülerin bu ricayı kırmadığının en şatafatlı göstergesiydi. Virginia Madsen'in şık kırmızı kıyafeti gecenin ilk güzel görüntüsüydü ve ardından Natalie Portman, Sarah Jessica Parker, Queen Latifah, Anne Hathaway, Kate Winslet, Meryl Streep gibi diğer şık oyuncuların geçişlerini izledik. Teenage oyunculara sorulan "bu gece kimleri görmek sizi heyecanlandırıyor" sorusuna cevap ortaktı, Brad-Angelina çifti. Geri kalan herkesin cevabı da zaten aynıydı: Meryl Streep... Hatta en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülü adayı Taraji P. Henson bu ödüle aday olmasının en güzel yanını şu cümleyle açıkladı: "Adaylığım sayesinde Meryl Streep artık benim kim olduğumu biliyor, bu inanılmaz..."







Geleneksel tören salonu Kodak Theatre'ın sahnesi bu sene gerçekten muhteşemdi. Birbirinin benzeri dekorlarla uzun yıllardır bir farklılığa imza atamayan bu sahne bu yıl göz kamaştırıcı bir şekilde tasarlanmıştı. Töreni sunmasına karar verilen ismin bu yıl Hugh Jackman olduğu açıklandığında pek sevinmemiştim ancak açılışta yaptığı harika şov, Billy Crystal sunumlarından bu yana yapılan en güzel ve eğlenceli şov oldu. Şarkı söyleyip aynı zamanda dans da eden hatta bir ara Anne Hathaway'i kucaklayıp sahnede şovuna dahil eden Hugh Jackman'ın kariyerinde en yetenekli oyunu buydu diyebilirim:) Zaten ilk kez bir açılış şovu ayakta alkışlandı.


Filmlerin oyuncu seçiminden, senaryo çalışmalarına ve sonrasına uzanan tüm aşamalarının canlandırıldığı orijinal sunum konsepti töreni bu yıl daha sanatsal kılmıştı. Ödül sıralamaları da konsepte bağlı olarak bu yıl değişikliğe uğramıştı. İlk verilen ödül en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülüydü ve kazananı açıklamak için aynı ödülü daha önce kazanmış beş ünlü oyuncu sahneye gelerek her bir aday hakkında yorumlarda bulundu. Whoopi Goldberg'in Amy Adams'ı takdim ederken, "Sister Act" serisinde oynadığı role atfen"rahibe olmak kolay bir iş değildir" esprisi herkesi eğlendirdi. Kazanan beklenildiği gibi Penelope Cruz oldu. Steve Martin ve Tina Fey'in birlikte sundukları senaryo ödüllerinde, en iyi senaryo ödülü hak ettiği gibi "Milk" adlı filme gitti. Dustin Lance Black'in kazandığı açıklandığında Sean Penn'in yüz ifadesi görülmeye değerdi, ağlamamak için kendini sıkarak alkışına devam etti. Uyarlama senaryo ödülünü de büyük çekişme sonrasında Slumdog Millionarie kazandı. Geçen sene izlediğim en iyi filmlerden biri olan Wall-E'nin en iyi animasyon ödülü alması törenin bir diğer beklenen ödülüydü.










Jack Black ve Jennifer Aniston umarım beraber bir filmde oynamazlar, çünkü birlikte sunum yaptıkları anlarda daha önce bu kadar kötü bir ikili daha izlemediğime karar verdim. Sıra en iyi sanat yönetimi ödülüne geldiğinde Benjamin Button'ın ilk ödülü de gelmiş oldu. Yine bir favorinin kazandığı bir diğer ödül "The Duchess" adlı keira Knightly filminin oldu, tam bir dönem filmiydi ve en iyi kostüm ödülünü en baştan garantilemişti. En iyi makyaj ödülü de yine tahmin edildiği üzere Benjamin Button filmine verildi.


Hugh Jackman'ın yine danslı, yine müzikal, yine harika şovu ikinci kez sahneye geldiğinde bu kez konuğu Beyonce oldu ve birlikte Singing In The Rain, Grease, Chicago, Moulin Rouge! , Dreamgirls, Evita, Mamma Mia! gibi müzikallerin şarkılarıyla harika bir gösteri gerçekleştirdiler. Zac Efron, Vanessa Hudgens, Amanda Seyfried ve Dominic Cooper gibi genç yıldızların da katılımıyla sahnedeki gösteri tam bir Broadway şovuna dönüştü. Şovun hemen ardından en iyi yardımcı erkek oyuncu adayları yine eski kazananlar tarafından takdim edildi. Kazanan, adaylar açıklandığından beri ödülü alacağına kesin gözüyle bakılan Heath Ledger oldu. Ödülü Ledger adına ailesi kabul etti ve konuşmalarında ödülü oyuncunun kızı Mathilda'ya adadıklarını söylediler. Bu ödül sırasında herkes çok duygulandı ve ekrana salondan buruk görüntüler yansıdı.











Teknik ödüllerin adaylarını Will Smith açıkladı. Görsel efekt ödülü Benjamin Button'a verilirken, en iyi ses ödülünün sahibi de The Dark Knight adlı film oldu. Ses miksajı ve kurgu ödülllerini de Slumdog Millionaire kazandı. Efsane komedyen Jerry Lewis başarı ödülünü kendisini ustamız diye takdim eden Eddie Murphy'nin elinden aldı.


En iyi film müziği ödülü Bollywood farkıyla Slumdog Millionaire'e giderken, en iyi şarkı Oscar'ını da aynı farkla Slumdog Millionaire'den "Jai Ho" adlı şarkı kazandı. En iyi şarkı kategorisinde bu yıl bu kadar az aday olması da ilginçti ve bu sakinlik Slumdog Millionaire'in daha çok Oscar'lı bir film olmasına yaradı. En iyi yabancı film ödülünde bir sürpriz oldu ve İsrail'in en büyük aday gösterildiği ödül Japonya'dan "Okuribito" (Departures) adlı filme gitti.


Geriye kalan ödüller en önemli kategorilerdi. İlki olan en iyi yönetmen ödülü, hiç bir sürprize yer bırakmadan Danny Boyle'un oldu. En iyi kadın oyuncu ödülünü vermek üzere sahneye Shirley MacLaine, Marion Cotillard, Halle Berry, Sophia Loren ve Nicole Kidman geldiler; adaylar hakkında övgü dolu yorumlar yaptılar. Sophia Loren'in Meryl Streep hakkındaki konuşması birkaç kez ara alkış alarak kesildi ve tüm salon söylenenlere coşkuyla karşılık verdi. Oscar ödülünü tabi ki Kate Winslet kucakladı. Bence oynadığı film "The Reader" da ister seçilsin ister seçilmesin geçen yılın en iyi filmiydi. Winslet teşekkür konuşmasında oldukça heyecanlıydı, Angelina Jolie ile söylendiği gibi bir problemi olmadığını da tepkilerden anlamış olduk. Ayrıca gecenin yıldızı olan Meryl Streep'e de takılmadan duramadı. "Onunla birlikte aday olmak, hepimiz için bir şans" diyerek sevgisini de göstermiş oldu.





En iyi erkek oyuncu ödülünü verecek olan yıldızlar da gerçekten büyük isimlerdi. Michael Douglas, Robert DeNiro, Adrien Brody, Anthony Hopkins ve Ben Kingsley adaylar hakkında uzunca yorumlar yaptılar ve ödül açıklandığında tüm salon ayağa kalktı. Sean Penn kazanan isimdi ve Mickey Rourke'un garanti diye bahsedilen ödülünün sahibi oldu. Canlandırdığı Harvey Milk karakteriyle aldığı ödül sonrasında eşcinsellere eşit haklar tanınması gerektiğinden bahsederken salondaki tüm yıldızların alkışla desteğini aldı.



Son olarak en iyi film ödülünün sahibi de geceden zaferle ayrılan "Slumdog Millionaire" oldu. Kalabalık bir şekilde, tüm oyuncularıyla sahneye çıkan ekibin teşekkürünün ardından tören Hugh Jackman'ın kapanış konuşmasıyla sona erdi. Her zamankinden daha kısa süren ödül töreninde zafer bu yıl İngiliz'lerin oldu. Benjamin Button filmi de sekiz ödül birden kazanan Slumdog Millionaire'in gölgesinde kalarak sadece üç ödülle törenden ayrıldı.


Sonuçta sekiz ödül Slumdog Millionaire için fazla, üç ödül de Benjamin Button için azdı. Kate Winslet uzun zamandır hak ettiği ödülünü çok iyi bir performansla elde etti, Sean Penn de beşinci adaylığında önceki ödülünden de fazla hak ettiği ikinci bir ödüle kavuşmuş oldu.




18 Şubat 2009 Çarşamba

Oscar'ı Kim Neden Alır, Kim Neden Alamaz?

Sinemanın en prestijli ödülleri sayılan Oscar'lar 22 Şubat 2009 tarihinde 81. kez sahiplerini bulacak. Ben de tören öncesinde tüm aday filmleri izledim ve favorilerimi yazmak yerine, farklı bir yorum yapmak istedim. Oscar'ı kim neden alır, kim neden alamaz? Buyrun...
"EN İYİ FİLM"
The Curious Case Of Benjamin Button
Neden alır: Görkemli bir film olduğu için alabilir. Harika hikayesi herkesi etkilediği için ve Brad Pitt'in performansıyla çok konuşulduğu için ödüle uzanabilir. Ayrıca diğer ödüllerde görmezden gelinen filme Oscar'lar söz konusu olduğunda 13 dalda adaylık verilmesi, filmin akademinin de ilgisini çektiğinin en büyük kanıtı. Ödülü "Slumdog Millionaire" almazsa kesin Benjamin'in hikayesi alır.
Neden alamaz: Film izleyicilerin geneli tarafından uzun bulundu, enfes hikayesinin uzun ve ağır işlenmesi filmin etkisini azalttı. Sinemaseverleri etkisi altına alacağı söylenen ağır ve dokunaklı havası da, Slumdog Millionaire'in dokunaklı rekabetiyle hafiflemiş oldu. Yine de hala ödüle ikinci büyük aday.





Frost/Nixon
Neden alır: Amerikan toplumunun geçmişiyle ilgili her gerçek hikaye, her biyografik film ilgi çeker, kaldı ki film hem izleyiciler hem de eleştirmenler tarafından çok iyi tepkiler aldı. Ron Howard tıpkı Clint Eastwood gibi akademinin sevdiği bir yönetmen. Oyuncuların performansı filmi olduğundan daha büyük gösteriyor. Ayrıca ödül için "politik filmler" sırası gelmiş olabilir...
Neden alamaz: Frost/Nixon oyunculara dayalı bir film, tıpkı bir söz düellosu. Yönetmenin yeteneği ve zekasının bu film için gerekliliği de tartışmaya açık. Bir yapımın en iyi film ödülü alabilmesi için belgesel nitelik ve inandırıcılık hiç bir zaman yeterli olmamıştır. Şansı pek yok.




Milk
Neden alır: Sean Penn ve diğer oyuncuların sergilediği oyunculuklar gerçekten görmeye değer. Film gerçek bir hikayeyi anlatıyor ve yine biyografik olma özelliğini taşıyor. Gus Van Sant "Good Will Hunting"den beri akademinin ilgilenmediği büyük bir yönetmen.Bu film için yönetmenin en iyi filmi diyenler bile var. Kadrosu ve konusuyla çok popüler olup izleyici tarafından tartışılması da avantaj.
Neden alamaz: "Brokeback Mountain" gibi içeriği nedeniyle ödüllendirilmemiş bir film varken, Milk'in benzer içeriği ile çok sevilen Harvey Milk efsanesine rağmen ödülü alması zor görünüyor. Başlıbaşına bir karakter üzerine işlenmiş bir filmin en iyi film seçilme şansı düşük, eğer ki o kişi Gandhi değilse...




The Reader
Neden alır: Çok tartışılıp, çok konuşulan Bernhard Schlink'in romanından uyarlanan filmin yönetmeni daha önce "Billy Elliot" ve "The Hours" adlı filmleriyle akademinin adaylık verdiği ve dikkatle izlediği Stephen Daldry. David Kross ve Kate Winslet'in çarpıcı oyunculukları ve sürprizleri ile izleyiciyi şaşırtan bir film "The Reader". Hem izleyenlerden büyük övgü aldı, hem de konusu nedeniyle eleştirmenleri ikiye böldü. Kolay izlenmeyecek ve kolay unutulmayacak bir hikaye.
Neden alamaz: Filmin ana karakterinin izleyiciye yakınlığı sayesinde Nazi propagandası yapıldığı tartışması çok alevlendi. Bu yüzden de filmin ideolojisiz sadece insan odaklı yanı ne kadar dokunaklı olsa da gölgede kaldı. Rakipleriyle yarışacak kadar büyük avantajları olup olmadığı tartışılır.


Slumdog Millionaire
Neden alır: Eleştirmenlerin ve izleyicilerin oy birliğiyle en sevdikleri film olması baştan bir sempati yaratıyor. Diğer tüm önemli ödülleri kazanmış olması zafere yakınlığının belgesi. Çok sevilen bir yönetmen olmasına rağmen Danny Boyle'un ilk adaylığı ve bu ilk adaylıkta filmi herkesin sevgisini ve ilgisini kazanmış oldu. Hikayesi de, yönetimi de, oyuncuları da herşeyi kusursuz. Ödülün en büyük adayı.
Neden alamaz: Akademi Benjamin Button'ın epik hikayesine kendisini daha yakın hissederse ya da David Fincher'a ilk kez adaylık vermiş olduğundan haklı bir utanç duyarsa, Slumdog Millionaire ödülü en büyük rakibine kaptırabilir. Diğer tüm ihtimallerde ise şimdiden ödülün sahibidir.





"EN İYİ KADIN OYUNCU"


Anne Hathaway (Rachel Getting Married)
Neden alır: Çok fazla şansı olmamasına rağmen, filmografisine genel olarak bakıldığında bu filmdeki oyunu gerçekten en iyi performansı. Ayrıca Keira Knightley "Pride&Prejudice" filmiyle bile aday olduysa geçmişte bu kategoride, Anne Hathaway bu oyunuyla neden olmasın demek de mümkün.
Neden alamaz: Henüz oyunculuğu ciddiye alınan biri değil, akademinin ilgisini çekecek büyük bir oyunu da olmadı şu ana kadar. Diğer dört rakibiyle yarışabilecek bir adaylık değil kendisininki ve ayrıca kariyeri değil Oscar, diğer ödüller için bile yeterince güçlü sayılmaz. Yarışı kazanması mucize.


Angelina Jolie (Changeling)
Neden alır: Film bir dönem filmi ve dönem filmine uygun fiziksel ve ruhsal yapısı oyununu da güçlü kılmış. Canlandırdığı karakterin dramı akademinin genel olarak yakın durduğu bir oyunculuk. İşin içinde Clint Eastwood faktörü de var. Yeni bir ödüle hiç yakın değil ama unutmayalım ki Hillary Swank için de aynısını söylüyorduk... Jolie de sürprizleri seven bir oyuncu... İmkansız değil ama çok zor.
Neden alamaz: "Girl Interrupted" ile kazandığı erken Oscar'ın kendisi için yeterli olduğu düşünülebilir ki yanlış da değil. Övgüyle söz edilen diğer bazı adaylar kadar oyunu öne çıkamadı. Brad Pitt'e bile bu sene zor şans veriyor bahisçiler, hal böyleyken Angelina'nın adı bile anılmıyor.





Melissa Leo (Frozen River)
Neden alır: Alırsa hakettiği için alır. Filmdeki dram yüklü ama abartısız oyunu muhteşem. Performansının filmin hikayesine ve bütününe katkısı da olağanüstü. Kate Winslet ve Meryl Streep'siz bir yarışta karşısındaki aday kim olursa olsun ödülü kesinlikle kazanırdı. Frances McDormand "Fargo" ile ödülü hakettiyse, Melissa Leo'nun kazanması da kimseyi şaşırtmamalı.
Neden alamaz: Adaylıklar açıklandığından bu yana Kate Winslet'ın ödülü kazanacağından o kadar çok bahsedildi ki, sadece Melissa Leo'nun değil Meryl Streep'in bile adı ilk kez gölgede kaldı. Ayrıca bu rol Melissa Leo'nun sinema kariyerindeki ilk dikkat çekici ve önemli rol. Ödülü alamasa da oyunu hep hatırlanacak ve kariyerine büyük katkısı olacak ki daha şimdiden önümüzdeki sene için on projede birden yer alacağı duyruldu. Başka büyük işleri beklenebilir.




Meryl Streep (Doubt)
Neden alır: Meryl Streep, Katherine Hepburn'un adaylık rekorunu bir önceki adaylığında kırmıştı. Oyunculuğu için artık fazla söze gerek yok, ama bu filmdeki performansı son yıllardaki adaylıkları arasında en görkemlisi. Kazananlar ve ikişer Oscar'a sahip olan diğer oyuncular düşünüldüğünde Meryl Streep'in iki ödülü artık yetersiz ve izleyiciler her ne kadar bu adaylıkları ödül kazanmış gibi değerlendirseler de, akademi üyeleri Meryl Streep'i bir kez daha ödüllendirmek için hemfikirler. Bir sürprizle kazanan olabilir.
Neden alamaz: Meryl Streep'in bir ödülü neden alamayacağı gibi bir şey söylemek mümkün değil, bu güne kadar neredeyse her adaylığıyla ödüle yakın olmuştur. Kazanmadıysa eğer ya bir başkası çok büyük ve karşı durulamaz bir oyun sergilemiştir ya da bir başkasının gerçekten ödül zamanı gelmiştir diyebiliriz.



Kate Winslet (The Reader)
Neden alır: Sean Penn ve Martin Scorsese gibi zamanı geldi diye her hangi bir adaylıkla değil, gerçekten en iyi adaylığıyla ödülü kazanması gerektiği için Oscar alabilir. Daha önce de muhteşem performanslar gösterdiği ve kariyerinde hep doğru adımlar attığı için akademinin takibinde olduğu bir yetenek Winslet. Her harika performansından sonra bir dahaki sefere demeye alışmış jüri, karşılaştığı bu çarpıcı oyuna hayır diyemeyebilir.
Neden alamaz: Meryl Streep'i çok seven akademi onu artık çok daha özel bir yere koymaya karar verirse, ya da Melissa Leo'nun gerçekten büyük yeteneğini parlatmak isterse Kate Winslet'a ayıp edebilir.


"EN İYİ ERKEK OYUNCU"


Sean Penn (Milk)
Neden alır: Mystic River" filmiyle bile ödül verdiysek bu filmdeki oyununa vermemiz şart derse akademi, üç favoriden biri olan Sean Penn ödülü alabilir. Ustaca canlandırdığı Harvey Milk karakterinin bile üzerine çıkabilen yeteneğiyle ikinci Oscar ödülüne hiç de uzak sayılmaz.
Neden alamaz: Sean Penn doğru yolunda giderken, aynı zamanda Mickey Rourke görkemli geri dönüşünü yapıyor, ayrıca Brad Pitt'in hala bir Oscar ödülü yok. Meryl Streep'e verirlerse aynı sebeplerden Sean Penn'in de şansı artmış demektir.




Brad Pitt (The Curious Case of Benjamin Button)
Neden alır: Filmi sırtında taşıdığı için, artık zamanı geldiği için, gerçekten yakışıklılığı bir yana yetenekli bir oyuncu olduğu için, her türlü rolde kendini ispatladığı için, daha fazla bekletmemek için ya da bunların hepsi için ödülü kazanabilir. Ayrıca alırsa kimsenin hakkını da yemeyecektir.
Neden alamaz: Akademinin çok iyi bulduğu, sonraki projelerinde de yeni adaylıklarla karşısına çıkabileceğini düşündüğü oyuncuları bekletme adeti vardır. Brad Pitt'in önceki adaylıklarını ve şimdiki gövde gösterisini yeterli bulup, bu büyük şansa yazık edebilirler.




Frank Langella (Frost/Nixon)
Neden alır: Eski Amerikan başkanı Nixon rolünde gerçekten başarılı. Televizyon dizilerinden de tanınan hatta Emmy ve Golden Globe ödüllerine de aday olup kazanamayan oyuncuyu bu rolüyle ödüllendirmenin zamanı geldiğini düşünebilirler.
Neden alamaz: Rakipleriyle karşılaştırıldığında ise ödüle en uzak isim. Görünüş ve tavır itibariyle gerçeğine uygun olma zorunluluğu, bu yüzden de kapasitesini çok kullanamadığı düşünülürse kazanan olması zor.


Richard Jenkins (The Visitor)
Neden alır: Filmin güzelliği ve Jenkins'in rolüne uygunluğu düşünüldüğünde performansı da göze daha çarpıcı görünüyor. Dengeli, mesafeli ama bir o kadar da içten karakteri canlandırırken bu kadar başarılı olması övgüye layık. Bir filmin bu derece etkili olabilmesinin en büyük nedeni oyuncusuysa ödüle yakınlığı da şans değildir.
Neden alamaz: Düşük bütçeli filmlerdeki güzel performanslar çoğu zaman diğerleri arasında kaynar. Aday gösterilse bile yanındaki isimlerin gölgesinde kalma şansı yüksektir. Jenkins'in "The Visitor" daki rolü hep hatırlanacaktır ancak ödülü kazanması pek mümkün değil.




Mickey Rourke (The Wrestler)
Neden alır: Herkesin favorisi olduğu için alır. Filmin afişlerinde de aynen yazdığı gibi Rourke'un dönüşünün böyle güçlü bir performansla olması nedeniyle alabilir. Bu harika oyuncuya bari şimdi sahip çıkalım fikriyle alabilir. Ödülü alması için o kadar çok neden var ki. Ama en çok canlandırdığı karakterin hakkını sonuna kadar vermesi nedeniyle kazanabilir.
Neden alamaz: Brad Pitt ve Sean Penn gibi yıldızların adaylıkları da çok güçlü adaylıklar. Ayrıca diğer önemli ödüllerin çoğunu kazandığı için yeterli bir övgü aldığı düşünülebilir. Bir de törenin çok öncesinden kesin gözüyle bakılan ödüller, Oscar heyecanını gölgelemesin diye sürpriz şekilde kazanılmayabiliyor, bunu da unutmamak lazım.





"EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU"


Amy Adams (Doubt): "Enchanted" filmiyle bile ödüllere aday olma becerisi gösterebilen bir oyuncu bu filmdeki rolüyle de haklı adaylığını kazandı. "Sister James" sinema kariyerinin henüz başındaki bir oyuncu için büyük şans, Amy Adams da büyük yetenek. Ancak ödüllerin en büyük çekişmesi bu kategoride, işi kolay değil...

Penelope Cruz (Vicky Cristina Barcelona): Filme dahil olduğu andan itibaren, sihirli bir el değmiş gibi hikayeyi bambaşka bir hale getiren oyunu gerçekten görmeye değer. Ödüle en yakın aday olduğu söyleniyor. Hakkıyla alır.

Viola Davis (Doubt): Bu kadar kısa bir rolde bu kadar büyük bir oyun sergileyebilmesi nedeniyle "yardımcı oyuncu" kategorisinin en şanslısı olabilir. Ödülü kazanırsa da oyunculuğun perdede ne kadar göründüğünle değil, ne kadar etkileyebildiğinle bağıntılı olduğunu ispatlayabilir.

Taraji P. Henson (The Curious Case of Benjamin Button): "Queenie" rolüyle çok konuşulduğu halde, ödüllendirilecek bir performans gösterip gösteremediği tartışma konusu. Bu kategoride ödüle en uzak aday.

Marisa Tomei (The Wrestler): "My Cousin Vinny" ile kazandığı erken Oscar ödülünden sonra iyi filmlerde oynamış ve kendini göstermiş olsa da, bu filmdeki oyunculuğu zaman zaman Mickey Rourke'dan rol çalacak kadar şahane ve diğer rollerinin çok üzerinde. Bir ödül daha alması imkansız ama adaylığı çok doğru bir karar.


"EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU"


Josh Brolin (Milk): Son dönemde oynadığı önemli filmler sayesinde adı oldukça duyuldu. Milk adlı filmde de gerçekten çok iyi. İlk Oscar adaylığı ve alması zor.

Robert Downey Jr. (Tropic Thunder): Bu filmden bir "en iyi oyuncu" adaylığı çıkması bile Robert Downey Jr.'ın ne kadar büyük bir yetenek olduğunu gösteriyor. Ama ödülü "Chaplin"le alamayan, bu filmle hiç alamaz.

Philip Seymour Hoffman (Doubt): Bugüne kadarki üç Oscar adaylığının her birinde oyunculuğu müthişti. "Capote" ile zaten zirveye çıktı. Bu kadar kısa zamanda bir ödül daha kazanması imkansız.

Heath Ledger (The Dark Knight): Daha önceden defalarca oynanmış bir karakteri yeni baştan yaratan ve unutulmaz bir performansa imza atan Heath Ledger'in kazanan isim olması ancak doğru ve haklı bir seçim olabilir.

Michael Shannon (Revolutionary Road): Filmde canlandırdığı John Givings karakterinin başarısı, hem hikayeye hem de diğer karakterlere boyut kazandırıyor. Shannon'ın "Bug" filminden sonraki en iyi performansı. Sürpriz yapabilir.