30 Aralık 2008 Salı

Ayça Şen Başka-n!


Hayal Kahvesi'nde Deniz Arcak konserini izlerken, sahneye konuk olarak Ayça Şen çıkmış ve albüm müjdesi vermişti bundan aylar önce, hatta "Astronot" adlı şarkısını da mırıldanmıştı biraz. Tabi daha üzerinde yeni çalışılıyor olduğundan ne şarkıyı fazla anlamıştık, ne de canlı söylerken heyecanlanan Ayça'nın sesini... Aradan aylar geçti ve gerçekten de pop-rock tarzında bir albüm le karşımızda şimdi. Gazetecilik, radyoculuk, yazarlık derken müzik dünyasında da adından söz ettireceğe benziyor Ayça Şen. Albümünde Mor ve Ötesi üyesi Burak Güven ile birlikte çalışan Ayça'nın, şarkılarının sözleri de, besteler de kendisine has bir tarzda hazırlanmış. Ben uzun zamandır Nil Karaibrahimgil'le kimin rekabet edebileceğini düşünüp duruyordum. Gökçe "Böğürtlenli Reçel" ile talebini ortaya koymuştu ancak pek başarılı olamadı. Bence doğru isim Ayça Şen'dir. Şarkılarını dinledim ve sesinin o şarkılara ne kadar uygun olduğunu da gördüm. Samimi albümünün ilginç bir kitleyi yakalayacağını düşünüyorum. Yakında Rakun etiketiyle raflarda yerini alacak albümün şarkı listesi de şöyle:

Son Zamanlarda
Kalpsizsin
Aptal Gibi
Oryantal
Dönme Dolap
Sabotaj (Harun Tekin ile düet)
Erkek Sindrella
Büyüdük
Kelebek
Astronot
Budur

29 Aralık 2008 Pazartesi

Nazan Öncel Kimin Hatırına Sustu?


Nazan Öncel, Türk Pop Müziği tarihinde hep önemli bir yere sahip oldu. Alternatif çalışmalarında yakaladığı başarıyı, popüler çalışmalarında da aynen sürdürebilmesi kısa zamanda onu "en büyükler" kulvarına taşıdı. Çünkü bu sabit başarıyı ancak önemli bir müzisyen yakalayabilirdi. Aslında "Bir Hadise Var" adlı çıkış albümü, o yıllardaki pop furyası içinde daha öncesinden beri varolan Nazan Öncel'i fark ettirmeye yaramıştı. "Aynı Nakarat", "Gitme Kal Bu Şehirde" gibi şarkılarla o dönemin geçerli sound'unu ve duygusal yoğunluğunu yakalayan sanatçı, "Ben Böyle Aşk Görmedim" albümüyle de Sezen Aksu'ya benzetilen ve artık onunla karşılaştırılan biri oluverdi. Ardından en sevdiğim albümleri "Göç" ve "Sokak Kızı" ile dinleyicisi için müzik ziyafetine dönüştü. "Demir Leblebi" ile başarısını devam ettirirken birden kimsenin anlam veremediği bir tavırla çabuk tüketilen, benim "kolay pop" dediğim şarkılara imza atmaya ve onları genç şarkıcılara dağıtmaya başladı. Arada Tarkan için yaptığı bazı güzellikleri saymazsak ortalamanın üzerinde pek iş de çıkmadı doğrusu. Ama en şaşırtanı kolay popun en kolayını kendi üzerinde denediği "Yan Yana Fotoğraf Çektirelim" adlı albümü oldu."Ukala Dümbeleği" ve "Atıyosun" gibi Nazan Öncel'in söz ve müzik derinliğinin kaybolduğu şarkılara, kendi hayran kitlesinin tutunması zorlaştı ve artık Nazan Öncel piyasa şarkıcısı olmanın eşiğine geldi.
Derken durumu toparlamaya çalıştığı "7'n Bitirdin" albümü yayınlandı. "Aşkım Baksana Bana" , "Ekilmekteyim" gibi içinde "ne ayak" tarzı kelimelerin geçtiği, bir kelimenin kendisini andıran diğer kelimelerle tekerlendiği saçma sapan bir Nazan Öncel albümü çıktı karşımıza. Albümden sadece "7'n Bitirdin" şarkısı, hayranlarının hala iyi bir albümün gelebileceğine olan inancını korudu.Beklenen albüm yine tartışmaya açık bir şekilde geldi.
İşte "Hatırına Sustum" ve tek tek şarkı yorumları:

Açılış parçası "Öp Barışalım" düzenlemesi ilginç ama vasat bir parça. Remix parçalarda kullanıldığı gibi sürekli "hadi öp, öp, öp" vokali gerçekten çok sıkıcı.

"Seni Bugün Görmem Lazım" güzel bir şarkı. Bestesi, sözleri, düzenlemesi, yaylıların kullanımı... "o da mı yalan, bu da mı yalan, kötü bir rüya gördüm o zaman.." nakaratı ve şarkının finali... Hepsi çok şık... (Şarkıda akustik gitar ünlü Vic Chesnutt tarafından çalınıp, California'da kaydedilmiş)

"Canım Benim Nasılsın"ın melodisi çok eskilerden hatırlayacağımız Terence Trent D'arby'nin "rain, rain, go away, go away; rain, rain, come back another day" nakaratlı şarkısının melodisi gibi sanki... O şarkıyı düşündürdüğü için yeni bir şarkıymış gibi hissedemedim, sözler de bana göre değil, sevmedim... "Bir sen varsın aklımda, Limon bile farkında" ahahaha (Şarkı Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi kitabı üzerine yazılan şarkı üstelik)

"Hatırına Sustum" girişi itibariyle "Yolcu Yolunda Gerek" şarkısıyla karışabilecek gibi başlıyor. İlerledikçe de bu kez Ayna grubunun "Severek Ayrılanlar" adlı şarkısının "rüzgar aşkımı kucağına alsa, dağları tepeleri aşsa, saçlarına ulaşşa" sözlerinin melodisiyle karışıyor. Albümün isim şarkısı ama ben çok sevemedim.

"Nereye Gitti Bu Adam" "dedim" kelimesinin sıkça tekrarlanmasıyla ve şarkının hikayesi nedeniyle Nazan Öncel'in "Aşıklar Parkı" şarkısını çok andırıyor. Bir yeniliği yok ama nakaratı gerçekten güzel...

"Ankara'lı Sevgilim" Öncel'in Karma albümü için Tarkan'a verdiği "Her Nerdeysen" şarkısı gibi mektup temalı bir şarkı. Albümün geneline bakınca iyi parçalardan biri.

"Bu Da Hayat Mı" bestesi gayet güzel, sözleri de üzerine oturmuş. Samimi ve sıcak bir şarkı olmuş. Benim sevdiğim parçalardan...

"Manzaralı Oda" albümün en iyi şarkısı bence. Sözler nefis, melodisi de öyle. Sanki "Göç" albümünden fırlamış gibi. "o susar ben susarım, o yanar ben yanarım, o benim ağlatanım, o benim ağlayanım, kalp atışlarını dinledim sevgilim..." şimdiden kaç kez dinledim bilmem, bayıldım...

"Polyanna" sanki bir Göksel şarkısı, Göksel "Karar Verdim" şarkısını söylüyor gibi hatta. Düzenlemeyle ilgili belki, düzenlemesine dikkat ederseniz, ne demek istediğim daha iyi anlaşılabilir sanırım.

"Ali" adlı şarkıya gelince... Ben bir isme yazılmış şarkıları hiç sevmem zaten. Hele ki Nazan Öncel'in "Güldünya" adlı albüm için yaptığı "Leyla" adlı şarkıdan sonra "Ali"ye neden gerek duyduğunu anlamadım. Şarkıyı da hiç beğenmedim.(Bu arada "Leyla" adlı şarkısını isme yazılmış olsa da çok sevdim)

"Çiçekçi Geldi" adlı albümün final şarkısına ise bir yorum getirmek zor. Bu Nazan Öncel'in "herkesin şarkıcısı" olma hevesinden bir yansıma diye düşünüyorum. Benzerliklerden çok bahsettim ama "ben kalender meşrebim" havası bulmadım değil şarkıda. Ayrıca ne gerek var, bu şarkı Nazan Öncel kariyerine ne getirebilir en fazla diye düşünmeden de duramıyorum...

Kısaca özetlersem bu uzun yazıyı, Nazan Öncel "yanyana fotoğraf çektirelim" dedikten sonra bu kez de "ikimizin adı yanyana duvarlara yazılsın" diyor. Yani "Hatırına Sustum" bir nevi yenilik vadetmeyen bir devam albümü ve umarım ki aynı zamanda bir geçiş albümüdür de. Sezen gibi Nazan'da şarkıları artık kelimeleri yuta yuta hatta neredeyse mırıldanarak söylediğinden, bazen anlamak gerçekten çok güçleşiyor. Nazan bundan daha iyi şarkılar yapar diyorum ben kendi adıma ve soruyorum neden ağzına fermuar çekti? Susuyor ama kimin hatırına? Keşke eski günlerin sevdasına yeniden daha derin konuşsa... Bir-iki çok iyi şarkı adına on üzerinden altı veriyorum ona...

28 Aralık 2008 Pazar

"Australia" Büyük Hayal Kırıklığı!


....... spoiler içerir, filmi izlemeden okumayın.........

Size şimdi bahsedeceğim film uzadıkça uzayan, ilk yarıyı çeken yönetmenin ikinci yarıda fikrini değiştirdiğini sanabileceğimiz ve en önemlisi yönetmeni, oyuncuları derken uzun zamandır heyecanla beklediğimiz "büyük proje"lerden biri. Tam bir görkemli fiyasko ayrıca...

Daha önce "Romeo&Juliet" ve "Moulin Rouge!" filmlerini yönetmiş olan ve yeni projeleri bu filmlerin başarısı yüzünden daha çok merak edilen Baz Luhrmann'ın nasıl bir gafletle bu filmi bu hale getirebildiğini kestirmek güç. Nicole Kidman'ın filmi sürükleme çabaları bile sonuç vermiyor... Hugh Jackman'ın absürd ve yetenek düşmanı oyunculuğundan bahsetmiyorum bile... (İlk sahnelerde bir sabunlanıp yıkanma sahnesi var; duruşu, vücudunu sergileyişi filmden ilk uzaklaşma anınız)
Filmin ilk yarım saatinde zaten bir türlü olayları toparlayamıyor, konuyu anlayıp içine giremiyorsunuz. Sonrasında anlamaya başladığınızda bu filmin amacının ve konusunun bir sığır taşıyıcılığı olabileceği ihtimali beliriyor ve gülümsüyorsunuz. Bir bakıyorsunuz ki ara olmuş bile. Filmin bitmesine az kalmıştı aslında, öyle düşünüyorsunuz. Sonra ikinci yarı başlıyor, "gece karanlığında" sığırların çevresini ateşe veren kötü adamları, "gündüz ışığında" sığırların kaçışını izlerken görünce yanınızdaki arkadaşınızla şöyle bir birbirinize bakıyorsunuz. Neyse ki film ne kadar kötüyse, bir o kadar iyi bir sahneyle hemen toparlanacak sanıyorsunuz, (Nullah adlı Aborjin çocuğun sığırları şarkıyla durdurma sahnesi) o da olmuyor. Sonra film bir hızlanıyor, bir konudan ötekine öyle bir atlıyor ki, bu yönetmenin anlatacağı bu kadar çok şey vardı madem ne diye ilk bir buçuk saat sığır sürüleriyle harcadı zamanını diyorsunuz kendi kendinize. -Dalga geçmiyorum, izlerken bunları birebir düşünüyorsunuz- Neyse daha sonra film biter gibi oluyor, bitmemiş devam ediyor, bir kez daha finali izlediğinizi sanıyorsunuz, yine bitmemiş, bu durum defalarca tekrar ediyor. Bu kez durup filmin evlat edinme konusunu işlediğini, sonra Aborjinlerle ilgili olduğunu, yok yok Avustralya'yı tanıtmak için çekildiğini sırayla düşünerek kararsız kalıyorsunuz. Bu arada "The Wizard of Oz" filmini ve filmin "Over The Rainbow" adlı meşhur şarkısını tekrar tekrar her yirmi dakikada bir duyuyor ya da izliyosunuz. Yönetmenin filme bu kadar altını çizerek masal havası katmasına tahammül edemiyorsunuz.
Filmin bitmesine yirmi dakika kala üst üste final denemelerini izlerken sinema salonunda yoğun bir konuşma ve gülüşme baş gösteriyor. Dolayısıyla onlara katılıyorsunuz. Aslında ayrı ayrı düşünüldüğünde, ilkellik, çocuk olmak, mistizm, ayrımcılık, yerli halk konularında söyleyecek sözü olabilecek bu filmin (özellikle Nullah ve dedesinin) bir komediye dönüşmesini içinize sindiremiyorsunuz. Aşk derseniz; filmin öncelikli konusu olmasa da, benim perdede izlediğim (ki Rüzgar Gibi Geçti'ye bir atıfta bulunma cesareti göstermiş olsa bile) en kötü ikili ve inandırıcılığı en az olan aşk hikayesi.


"Avustralya" ile ilgili başka söylenebilecek ne var bilemiyorum. Ben bu filmden sonra artık "Moulin Rouge!"u, Baz Luhrmann'ın bir başarı hikayesi değil, şans hikayesi olarak görüyorum. Hugh Jackman'ın başrolde olduğu filmler istemiyorum. Nicole Kidman'ın da kariyerinde bu kadar gerilemekte olmasına inanamıyorum. Bir filmin fragmanına ve "büyük proje" olmasına kanmayı da kendime yediremiyorum. On üzerinden resmen üç:)

26 Aralık 2008 Cuma

Jennifer Hudson Tarih Yazabilir...


American Idol yarışmasının üçüncü sezonunda yarışan finalistlerden biriyken, yarışmayı kazanamadığı halde yeteneği ve harika sesi sayesinde bir anda yıldız mertebesine yükseldi Jennifer Hudson. Yarışmanın hemen ardından oynadığı "Dreamgirls" (Rüya Kızları) adlı filmdeki performansıyla önce en iyi yardımcı kadın oyuncu kategorisinde Altın Küre Ödülü ,sonra aynı dalda Oscar'ı kazandı. (Filmdeki oyunu asla bir yardımcı oyuncu performansı değil "leading role" denen başroldü aslında) Filmin soundtrack albümündeki enfes vokalinin ardından solo albüm kayıtlarına başladı. 2008 yılında "Spotlight" adında bir albüm çıkaran ve müzik listelerinde de üst sıralara yerleşen Jennifer, şimdi en büyük müzik ödülü Grammy'e dört dalda aday.



Adaylıkların açıklanmasının ardından albüm yapmanın çocukluk hayali olduğunu, dört adaylığı ise bir lütuf olarak gördüğünü söylediği bir açıklamada bulundu. R&B kategorisinde yılın en iyi albümü, "Spotlight" single'ı ile en iyi bayan vokal ve en iyi şarkı, Fantasia ile birlikte söylediği "I'm His Only Woman" ile de en iyi ikili veya grup adaylıklarına sahip olan Hudson kariyerinin ilk albümünde bir tarih yazabilir... Herhangi bir adaylığıyla Grammy ödülü kazandığı taktirde hem Oscar, hem Altın Küre, hem de Grammy kazanan az sayıda seçkin yıldızdan biri olabilir.
Bence son yılların en büyük yeteneği, her an sürpriz yapabilir...
2009 Grammy Ödül Töreni 8 Şubat'ta Los Angeles'da yapılacak...

Ne İsim Koysak?


Dünya sinemasında bir çok ünlünün kendine ait prodüksiyon firmaları var biliyorsunuz. Oynadıkları filmlerin mutfağında da olmaktan mutluluk duyan oyuncular ve yönettikleri filmlerin yapımcılığını da üstlenen büyük yönetmenler. Ve onların firmalarına verdikleri enteresan adların da hikayeleri var tabi. Birkaç ilginç örnek vermek istedim...

Pedro Almodovar'ın firmasının adı "El Deseo S. A." İspanyolca'da şehvet anlamına geliyor ve yönetmenin ilk büyük prodüksiyonunun adı da "Şehvetin Yasası".


Tom Cruise firmasına "Odin Productions" adını vermiş. Odin, Viking tanrılarının kralının adı, belki de Tom Hollywood'un kralı benim mesajını veriyor böylelikle.

Ünlü yıldız Cher "Isis Productions" adlı firmanın sahibi. Bildiğiniz gibi Isis, Eski Mısır'daki bereket tanrıçası. Cher'in de kendini ünlüler arasında nerede gördüğünü anlatan bir isim sanırım.


Spike Lee'ye gelince, firmasının adı "40 Acres and A Mule Film Works". Bu ismin hikayesi de zenci yönetmenin kendi ırkına bir saygı duruşu gibi. Lee, Amerika'daki zenci kölelere özgürlükleri tanındıktan sonra hükümet tarafından verilen 40 hektar toprak ve bir katırı hatırlatan bir isim seçmiş.


Oliver Stone, Carlos Castevedas'ın yazdığı "Ixtlan'a Yolculuk" adlı romanda hep hayal edilen ama asla ulaşılamayan bir yer olarak anlatılan Ixtlan'ı seçmiş kendisine. Firmanın adı: "Ixtlan Corporation"...
"Amblin Entertainment" Steven Spielberg tarafından, Spielberg'in 1969 yılında çektiği Amblin adlı kısa filminin adını alarak kurulmuş.
Portekizce'de "Güzellik Kliniği" anlamına gelen "Clinica Estetico" ise ünlü yönetmen Jonathan Demme'in mizah anlayışının ürünü...
Kısacası Hollywood'da her ismin bir hikayesi ; herkesin ve her şeyin söyleyecek bir sözü de var gerçekten...

25 Aralık 2008 Perşembe

Kate Winslet İçin Ödül Vakti Mi?

Geçtiğimiz hafta açıklanan Altın Küre adayları arasında Kate Winslet bir sürprizle iki farklı kategoride aday gösterildi. "Revolutionary Road" filmi ile en iyi kadın oyuncu ödülüne, "The Reader" ile en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülüne aday bu sene. Oscar adaylığına da kesin gözüyle bakılıyor şimdiden. Her ne kadar Meryl Streep de bu sene yine iki dalda aday gösterildiyse de Kate'in ödüle daha yakın olduğu aşikar. Güçlü rakiplerini geride bırakıp bu seneki ödülleri kucaklarsa herkesin uzun zamandır beklediği gerçekleşmiş olacak. Kate bence yeni dönemin en yetenekli oyuncularından biri, belki de en iyisi.

Eşi Sam Mendes'in Richard Yates romanından uyarlayarak çektiği "Revolutionary Road" adlı filminde oyunculuk hayalleri olan bir ev kadınını canlandıran Kate Winslet diğer filmi "The Reader" da ise II. Dünya Savaşı sonrasında kendinden yaşça küçük biriyle ilişki yaşayan ve sonradan ortadan kaybolan sır dolu bir kadını oynuyor. Bernhard Schlink romanından uyarlanan "The Reader"ın yönetmeni muhteşem "The Hours" ve "Billy Elliot" filmlerinin usta yönetmeni Stephen Daldry.

Yedi kez Altın Küre, beş kez Oscar adayı olup da bir oyuncunun hala bu ödüllerden birine sahip olmaması gerçekten ilginç geliyor bana. Hele ki "Eternal Sunshine Of The Spotless Mind" ve "Little Children" filmlerindeki performansları... Bence şimdiye kadar çoktan taçlandırılmalıydı. Daha önce aynı ödüle iki ayrı kategoride aday olmuş olan Julianne Moore o seneki büyük çekişme yüzünden ödül kazanamamıştı, umarım Kate bu ödüllerden en azından birini evine götürür bu kez. Şu anda ondan daha çok hakeden kimse yok bir heykelciği...

24 Aralık 2008 Çarşamba

Woody Allen'dan İnciler...


Woody Allen ismi ilk anda kimileri için bir usta yönetmeni akla getirir, kimileri içinse nevrotik bir sinema kahramanını. Sevenler bayılır, sevmeyenler hep önyargılıdır ve uzak durur. Bence sinema tarihinin gelmiş geçmiş en entellektüel ve en başarılı ilk beş yönetmeninden biridir Allen. New York, özellikle Manhattan deyince de akla gelen ilk isimdir. Yönetmenliği ve oyunculuğu dışında yazarlık da yapar ve dahice yazılarını okurken zeki esprilerini de yakalamaya bayılırsınız. Okuyacaklarınız bir kitabımın arasında rastladığım Woody Allen'in cümleleri... Buyrun:)


*"Dünya ikiye ayrılmış; iyiler ve kötüler. iyiler geceleri daha rahat uyuyor ama kötüler daha keyifli uyanıyor."
*"Ölümsüzlüğe yapıtlarımla değil, ölmemek yoluyla ulaşabilirim ancak."
*"Hayatımda pişman olduğum tek şey, başka biri olarak doğmamış olmamdır."
*"Eğer filmim bir tek kişiyi mutsuz edebilirse, işimi başarmışım demektir."
*"Seks iki insan arasında yaşanabilecek en harika şeydir. Beş insan arasında ise müthiş fantastik."
*"Biri insanların yüreğinde yaşamak isteyip istemediğimi sordu. Doğru dürüst bir evde yaşamayı yeğlerim."
*"Aydınlar mafya gibidir. Yalnız kendi içlerinden olanları öldürürler."
*"Aslan ve kuzu aynı yatağı paylaşacaklar fakat kuzu uzun süre uyuyamayacak."
*"En son bir kadının içinde olduğumda, özgürlük anıtını gezmekteydim."


Not: Yeni Woody Allen kitabı "Yan Etkiler" çıkmış. Okuyalım derim... Yeni ve büyük övgüler alan filmi "Vicky Cristina Barcelona" ise Ocak ayında sinemalarımıza geliyormuş. Sabırsızlıkla bekleyelim...

23 Aralık 2008 Salı

Okan Nereye Koşuyor?


Disko Kralı'nı izliyor musunuz bilmem... Ya da geçtiğimiz haftasonu "Okan bizi diskoya götür" temalı program sizi diskoya götürdü mü gerçekten?

Eskiden bir prestijdi Okan Bayülgen'in şovlarına konuk olmak. Her programa çıkmak istemeyen ünlülerin tercihiydi. Yeni şarkıcılar, oyuncular, mankenler de onun programına çıktıklarında, fark edilmiş ve diğerleri arasından sıyrılmış sayılırlardı. Hatta kimileri Aziz Üstel'leri, Cem Özer'leri unutmuş, Türkiye'de gece şovunun yaratıcısı Okan'mış gibi onu bir fenomen haline getirmişlerdi. Çok da iyi programlar yapmıştı gerçekten. Konsept aynı olsa da, arada bir değişen isimleriyle hala hatırlanan şovlardı. (Gece Kuşu, Televizyon Çocuğu, Zaga, TV Makinası vs.)

Makina sezon arası verdiğinde Okan biraz uzak kalacağını, iki sene kadar şova devam etmek istemediğini açıkladığında, herkes onun çok iyi bir hazırlıkla ve artık değişik bir şovla ekrana harika bir dönüş yapacağını düşündü. Ama Okan yeni sezonda hiç ara vermeden yine aynı konsept ile bu kez Disko Kralı adıyla kaldığı yerden devam etmeye başladı.


İlk programdan beri takip ettiğim, artık hakikatten çok sıkıldığım ve hiçbir esprisi kalmayan Disko Kralı ile en azından bu konseptin Okan için eskidiğini düşünmekteyim. Hızla geriye giden bir kalite ve geriye sarmayan bir başarıyla daha ne kadar bu şovu izletme ısrarında bulunacağını merak ediyorum doğrusu. Medyaya karşı tavrını ve entellektüel tutumunu kendi programında neden sürdürmediğini anlamıyorum ve bu mantığı sadece paraya da bağlamak istemiyorum.

Mehmet Ali Erbil gibi Okan Bayülgen'den de söz edildiğinde geçmişte tiyatroda harikalar yaratan adamlar olduğunun hep altı çizilir. Ancak senelerdir televizyondan bu kadar iyi paralar kazanan insanların sanatçı kişiliklerinin sınırlarını neden bu kadar görünmez kıldıkları da ayrı bir soru.

Geçtiğimiz gün yeniden izlediğim "Ağır Roman" filminde, o harika yazılmış Salih karekterindeki performansından sonra durdum ve Okan Bayülgen hakkında bunları düşündüm ve buraya da yazıp paylaşmak istedim...

Bette Midler'la Muazzez Abacı Birlikte Söylüyor! (özel arşiv)


Yıl 1996, aylardan Ağustos gazetelerde kocaman bir reklam: "Bette Midler'la Muzazzez Abacı birlikte söylüyor!" Hepimiz öyle bakakalıyoruz. Akşam televizyonu açtığımızda gerçekten de bu iki önemli sesi sahnede yanyana izliyoruz. Hatırlamayan pek çok kişi vardır ama zaman bazı durumları daha sonraki yıllarda daha da önemli kılıyor. O yıllarda da Bette Midler büyük bir star ancak Amerika'nın sevgilisi yıldız şimdilerde artık bir efsane.



Ertesi gün gazetelerde okuyoruz ki Bette Midler, Atlantic Records'un kurucusu Ahmet Ertegün'ün Bodrum'daki malikanesine davet edilmiş ve ailesiyle tatilini orada geçirmekte. Cem Özer ise o sıralar "Laf Lafı Açıyor" programının çekimlerini Bodrum Halikarnas Disko'da yapmakta. Programın konuğu Muazzez Abacı. Sohbetler ediliyor, şarkılar söyleniyor derken izleyici kalabalığı arasında Bette Midler'ı fark eden Muzazzez Abacı kendisini ısrarla sahneye davet ediyor. Bette Midler utana sıkıla da olsa, kırmamak adına sahneye geldiğinde gerçekten Abacı ve Özer tarafından iltifat yağmuruna tutuluyor. Muazzez Abacı şarkılarını ezbere bildiğini ve hayranı olduğunu söylediği Midler'ın bir parçasını da hiç provasız okuyuveriyor. Herşey şaka gibi değil mi?


İzlerken ben de öyle düşünmüştüm. Bette Midler o zaman da en sevdiğim sanatçıydı, şimdi de öyle... İstanbul'da Çırağan Sarayı'nda da konaklayan yıldız, bir sonraki sene yine yaz tatili için Bodrum'a geliyor, hem de ünlü modacı Valentino ile birlikte. O yazın görüntüleri de bakın medyaya nasıl yansıyor...



Arşivimde gezerken bulduğum bu haberler ve fotoğraflar sanatseverler için sanırım hala haber değeri de taşıyor... Ve Bette Midler şarkıları hala ne güzel söylüyor...

22 Aralık 2008 Pazartesi

En Kötü Filmler Listesi

Altın Küre ve Oscar gibi önemli ödül törenleri yaklaşırken, seçilecek en iyilerin yanında her zaman olduğu gibi en kötüler listeleri de var. Geçtiğimiz yılın en kötü filmleri de yeni yıl öncesinde açıklanmaya başladı. Birçok listenin üst sıralarında aynı filimler var. Örneğin sinema izleyicisi için büyük hayal kırıklığı yaratan "Speed Racer" tüm listelerde en üst sırada. Gerçekten "Matrix" filminden sonra Wachowski kardeşlerden böyle bir filmin gelmesi hepimizi şaşırtmıştı. Renk cümbüşü, çocuk oyuncu ve artık adettendir Susan Sarandon'ın anne rolü. Bu üçünden başka film hakkında ne söylenebilir ki...

Bir diğer film "Jumper"... Hayden Christensen adı geçince ve fragmanları izlenince merak edilen film de, tüm merakımızı boşa çıkarmıştı. Heroes gibi bir dizi bile ilk sezon sonrası eski izleyicisini bulamazken, o karakterlerden sadece birinin yeteneği ve gücü üzerine film yaparsanız tabi ki izleyiciye beğendirmeniz güç. Bu küçük detayları düşünmeden bu kadar büyük filmlere kalkışmaları ne tuhaf yönetmenlerin...


"The Love Guru" filminden bahsetsem mi acaba diye epey düşündüm inanın. Bir Mike Myers filmi için yorum yapmayı bile uygun görmüyor beğenimin en aşağı noktası. Komediye yeni bir nefretlik tarz getiren bu adamın bu listelere her zaman en yakışan kişi olduğunu düşünmüşümdür. Bu yıl da haklı olmanın guru'runu taşıyorum. Oy birliğiyle yine en kötü filmlerden biri:)

"Gizli Dosyalar: İnanmak İstiyorum" adlı filme ise seyircilerin ve eleştirmenlerin cevabı "inanmak istemiyoruz" olmuş. Dizinin ve oyuncuların hayranlarının bile sevmediği film büyük bir reklam kampanyasıyla vizyona girmişti. Mulder ve Scully'nin film için yeniden bir araya gelmeleri sinemaseverleri heyecanlandırmadı.

Gelelim "Funny Games" hadisesine. Haneke'nin 1997'de çektiği filmini 2007'de yeniden çekeceğini açıklamasıyla zaten izleyiciden "ne gerek var" sesleri yükselmeye başlamıştı bile. Ancak yine de Naomi Watts adını duyduğumuzda ne yalan söyleyelim "bir görelim" dedik hepimiz. Sonuç: Kim oynarsa oynasın bir filmin yeniden çevrimine gerek yoksa gerçekten gerek yoktur. En kötüler listelerinde hep ilk beşte...




Listenin diğer filmleriyse şöyle sıralanmış: Mad Money, What Happens In Vegas, Fool's Gold, Rambo IV, Love In The Time Of Cholera, The Bucket List, 10,000 BC, Meet The Spartans...

20 Aralık 2008 Cumartesi

Saraylara Layık Diva


Liza Minnelli yaşayan efsanelerden biri. Cabaret filminde canlandırdığı "Sally Bowles" karakterinden sonra kendisini takip etmeyen varmıdır, bilmiyorum ama diva şimdilerde Broadway sahnelerine müzikal bir show ile geri döndü. 47. Caddedeki Palace Theatre'da 30 Aralık 2008'de ve 3-4-5 Ocak 2009 tarihlerinde dört özel gösteri daha yapacak. Ben hemen sahne önündeki koltuklardan bilet baktım, $125 ödeyen gösteriyi yakından izleyebilecek:)

Liza Minnelli efsanesi Türkiye'den geçtiğinde Çırağan Palace otelindeki konserini yakından izleyen biri olarak, kendisinin sahnede tekrar tekrar seyredilesi biri olduğunu söyleyebilirim.
Yeni Yılı New York'ta karşılamak, hem de Liza Minnelli karşında "Hayat bir kabaredir dostum, kabareye gel..." derken... Rüya gibi...

Gösteriden görüntüler ve daha fazla bilgi için: