19 Ocak 2009 Pazartesi

Şarkıcı mı, Oyuncu mu?

Amerika'lı bir yazar "Top ten singers who shouldn’t act" başlığıyla bir yazı yazmış, yani oyunculuk yapmaması gereken on şarkıcıyı sıralamış. Bir çoğuna katıldım, okurken de filmler aklıma geldi ve keyiflendim. Gerçekten şarkıcılık ve oyunculuk nasıl bu kadar birbirinden farklı ve uzak olabiliyor diye düşünmedim değil doğrusu. Sahnede sesi kadar şovuyla da devleşen yıldızlar yok mu, var. Peki neden iş film çekmeye geldiğinde, hem de sahneleri defalarca tekrarlama şansı varken bu kadar yeteneksiz olabiliyorlar, anlaşılır gibi değil. Önce listeye geri sayımla bir bakalım:


10. Elvis Presley in Charro
9. Jennifer Lopez in Gigli
8. 50 Cent in Get Rich or Die
7. Britney Spears in Crossroads
6. Mick Jagger in Freejack
5. Whitney Houston in The Bodyguard
4. Mariah Carey in Glitter
3. Vanilla Ice in Cool as Ice
2. Jessica Simpson in Blonde Ambition
1. Madonna in Swept Away


Tabi ki liste tartışmaya açık, mesela 50 Cent gerçekten kötüydü ama Eminem "8 Mile" filminde çok mu iyiydi? Ya da yazarın "herkes izlediğinde sevdi, sonra hemen ne kadar kötü olduğunu anladı" diye tarif ettiği "The Bodyguard" filmindeki Whitney Houston'un oyunculuğu, "Waiting To Exhale" ya da " The Preacher's Wife" filmlerinden sonra "fena değil" yorumunu haketmiyor mu... Madonna "Swept Away" başta olmak üzere bir çok filminde gerçekten kötü. Ama "Evita"daki oyunu da mı? Liste uzayıp gider hatta daha yeteneksiz olup filmlerde oynamış başka yıldızlar ve oyunculukları da eklenebilir. Ama ben yazıyı okuduktan sonra bana göre en iyi şarkıcı-oyuncuları ve onların performanslarını düşündüm.

Çok sevdiğim filmler ve roller var ancak "en iyi" söz konusu olunca enteresan bir şekilde listemdeki beş şarkıcı da kadın. Ve sanırım aynı listeyi yapabilecek çok sayıda insan var, çünkü bu en sevdiğim performansların beşi de Oscar'a aday olmuş ve dahası üçü bu ödülü kazanmış. İşte benim "en iyi şarkıcı/oyuncular" listem:

5- Queen Latifah - Matron Mama Morton (Chicago): 2003 Oscar'larında en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü yine aynı filmdeki oyunuyla Catherine Zeta-Jones'a kaptırsa da büyük bir bölümü hapisanede geçen filmdeki gardiyan rolünde gerçekten çok başarılıydı. "When You're Good To Mama" şarkısını söylediği sahnede göz kamaştırıp, saçlarını Roxie'ninkine benzettiği sahnede de kahkahalar attırıyordu.



4- Cher - Loretta Castorini (Moonstruck): "Silkwood" filmindeki olağanüstü oyunundan sonra bu kez New York'ta yaşayan İtalyan-Amerikan bir kadındır Cher. Ailesi ve sevdiği adam etrafında dönen sıcak hikayeyi performansıyla daha da inandırıcı kılar. Meryl Streep, Glenn Close, Holly Hunter gibi rakiplerini geride bırakıp sürpriz bir şekilde Oscar'ı da kucaklar. Teşekkür konuşmasında bir bölümü sadece Meryl Streep'e ayırır ki vefası görülmeye değerdir.



3-Jennifer Hudson - Effie White (Dreamgirls): "American Idol" adlı yarışmaya katılıp harika sesiyle insanları büyüledikten hemen sonra kendisine gelen teklifle filmde yer alır. Film yapımcılarının niyeti, Hudson'ın sesini müzikal bir filmle daha geniş bir dinleyici kitlesine duyurmaktır. Ancak bu yetenek, ilk çıkış falan dinlemez, en iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar'ını kazanır. Şarkıcı olmasına rağmen ilk albümünü, ilk filminden ve Oscar ödülünden sonra çıkarır. Ve hala neden kazandığı tüm ödüllerin "yardımcı kadın" ödülü olduğu da tartışılır, çünkü filmdeki rolü bir başroldür.



2- Bette Midler - Mary Rose Foster (The Rose): Kariyerinin en doğru tercihlerinden biri de oyunculuğu denemek olan Bette Midler, efsane Janis Joplin'in yaşam öyküsünden uyarlanan filmde uyuşturucu bağımlısı bir rock solistini canlandırır. Filmdeki oyunculuğu öyle inandırıcıdır ki ve öyle rolüne adapte olmuştur ki, film müzikleri çekimler sırasında canlı olarak kaydedilip yayınlanır. Filmin vizyona girdiği günden, günümüze kadar Midler'ın kariyerinde takma adı hep "Rose"olarak kalacaktır.


1- Liza Minnelli - Sally Bowles (Cabaret): 1972 yapımı bir filmin zamanına göre çok cesur bir konuyu ve yenilikçi bir anlatımı seçmiş olması, filmin sinema tarihindeki yerini çok erken zamanlarda belirlemişken, Sally Bowles karakterinin izleyiciyle kurduğu yakınlığın ve aynı zamanda uzak ortaklığın da büyüsünü tarif etmek imkansızdır. Liza Minnelli'ye bu kadar yakışan ve onu sinema tarihinde bir stil ikonu yapan "yaramaz kadın" görüntüsünü de unutmamak gerekir. En iyi kadın oyuncu ödülünün en hak edilmiş örneklerindendir ve hem film, hem de filmin müzikleri artık bir efsanedir.



16 Ocak 2009 Cuma

and the Oscar goes to Turkey...

Sanırım yıllardır beklediğimiz bu cümleye, en çok bu yıl yakınız. Akademi'nin "en iyi yabancı film" dalındaki adaylarının, son sekize kalanlarından biri de Nuri Bilge Ceylan'ın "Üç Maymun" adlı filmi, dolayısıyla ülke olarak Türkiye oldu. Geçmiş senelerde bir türlü beklediğimiz çıkışı yapamadığımız ödüllerde, bu kez varlığımızdan söz ettirebildik başarılı yönetmenimiz sayesinde. Daha önce Akademi Ödülleri'nde en çok adımızın geçtiği yıl 1990 yılıydı. İsviçre'nin en iyi yabancı film ödülünü kazandığı "Umuda Yolculuk" senaryosunu Feride Çiçekoğlu'nun yazdığı ve bir Türk ailesinin dramının anlatıldığı, hatta Türk oyuncuların oynadığı bir filmdi. Yönetmen Xavier Koller ödülü almak için sahneye çıktığında yanına Türk oyunculardan bazılarını da almıştı ve töreni izleyen Türk sinemaseverler o sürpriz sahnede oldukça gurulanmışlardı. Hatta Uçurtmayı Vurmasınlar ve Umuda Yolculuk filmlerinin Oscar'a yakınlığından sonra ben de hep bir gün kazanacağımız filmde yine Nur Sürer'in oynayacağını düşünmüşümdür. Şimdi bu ödüle bu kadar yakınken, hatta kazanmamız bile gerekmez aday olan beş film arasına bile girsek, ülkemiz sineması ve destekleyenleri adına bugüne kadarki en başarılı yere hakkımızla gelmiş olmanın mutluluğunu paylaşabileceğiz. . Cannes başarısının da etkili olması halinde artık çok da uzak değiliz bu en prestijli sinema ödüllerine. 22 Ocak 2009'da adaylar açıklandığında Türkiye'nin ve "Üç Maymun"un adını duymak hepimize iyi gelecek... Bol şans Nuri Bilge Ceylan...



Aday olan filmler: “3 Maymun” (Nuri Bilge Ceylan) "Revanche” (Gotz Spielmann) "The Necessities of Life” (Benoit Pilon) “Sınıf” (Laurent Cantet) "The Baader Meinhof Complex” (Uli Edel) “Waltz with Bashir” (Ari Folman) “Departures” (Yojiro Takita) “Tear This Heart Out” (Roberto Sneider) “Everlasting Moments” (Jan Troell)

14 Ocak 2009 Çarşamba

"Slumdog Millionaire" Gerçeğin Masalı...


En son "Notes On A Scandal" ve "Breaking and Entering" filmlerini izledikten sonra sinemadan büyük bir tatmin duygusuyla ayrılmıştım. İnsanın izlediği filmden beklentisinin tam karşılığını alıp da çıkması fazla rastlanır bir şey de değildir ayrıca. O hazzın sonrasında film hakkında düşünmeye, konusu açıldığında tartışmaya ve zaman geçtikçe başka detayları da anlamlandırmaya devam eder insan... "Slumdog Millionaire" adlı film de uzun zaman sonra ilk kez tatmin eden harika bir hikaye. Altın Küre Ödülleri'nde kazandığı en iyi yönetmen, en iyi film, en iyi senaryo ve en iyi film müziği heykelciklerinden sonra film hakkında ne hissettiğimi yazmak istedim.



Film Hindistan'ın Mumbai şehrinde yaşayan ve tesadüflerle televizyonda yayınlanan "Kim Milyoner Olmak İster" adlı yarışma programına katılmaya hak kazanan bir gencin, şans ve güven kavramlarıyla sınanan duygusal hikayesini anlatıyor. İnsan hayatında şansın ve tesadüflerin aslında ne kadar önemli olduğunun ve herkesin kişisel yolculuğunda en çok kendine inanması gerektiğinin de altını çiziyor. Hatta bunu para-hayat-şans-kader-aşk temalarıyla anlatırken "bu yaşam senin ve bir kez" sloganını doğruluyor adeta. Aslında filmin izleyene göre önceliği ve mesajı değişebilir. Bunu bir aşk filmi olarak görecekler de vardır elbet, ya da çocukluk dramı olarak seyredecekler, belki bir başarı hikayesi diyecekler de vardır... Ama "Kötü Eğitim" benim için nasıl kesin bir "hırs" filmiyse, "Slumdog Millionaire"de o kadar "şans ve kader" hakkında bir film. Jamal Malik adlı gencin yarışmada sorulan tüm soruların cevabını biliyor olmasının hikaye üzerindeki anlamı, bu zeki senaryonun herkesin tüylerini diken diken etmesinin bir kanıtı belki de...

Öncelikle filmin ilk yarısındaki çocuk oyuncuların doğal ve başarılı performansı gerçekten inanılmaz. Sanki karşılarında bir kamera ve bir yönetmen yokmuş gibi. Belgesel kıvamındaki çekimlerle gecekondu mahallelerinin görüntüleri, halkın yaşayışı ve Hindistan panoraması hikayeye derinlik katarken, müzik kullanımı da izleyeni ilk dakikalardan itibaren filme daha da yakınlaştırıyor. Her yaştan izleyiciye bir vaadi var yönetmenin, herkesi etkileyecek bir yan öyküye sahip olan bu filmde. Belki de en çok bu yüzden "büyük film" tabirini hak ediyor. Yönetmen Danny Boyle aslında "Trainspotting" filmiyle parlamış ve genel olarak alternatif hikayeleri filme alan bir yönetmen olarak tanınmış olsa da, bu filmde yabancısı olduğu bir topluma ve bireye yarışma formatını kullanarak ortak bir görüş mesafesinden yaklaştığı için samimi ve başarılı bir film ortaya çıkarmış. Aynı zamanda özgün tatlara da yer vermiş, hatta filmin sonunda "müzikal Hint filmlerine" yaptığı göndermeyle izlediğimiz hikayenin ait olduğu kökleri ve atmosferi bir kez daha selamlamış.


Filmin ayrıntılarını ve sürprizlerini anlatarak, henüz izlememiş olanları bu harika seyirden soğutmak istemiyorum. Sadece şunu diyebilirim ki, "Slumdog Millionaire" sadece 2008'in en iyi filmlerinden biri olarak değil, sinemaseverlerin kişisel listeleri için de en iyilerden biri olarak kalacaktır. Tıpkı "Requiem For A Dream", yönetmenin diğer bir filmi olan "The Beach" , "Memento" ya da "Eternal Sunshine Of The Spotless Mind" örneklerinde olduğu gibi.

Filmi izleyin, umudunuz hep canlı kalsın ve yaşadığınız hiç bir anın anlamsız olmadığı gerçeğini kendi kendinizle kutlayın. Başkalarına güvenmeye devam ederek yaşarken, kendinize de bir şans vermeyi hiç unutmayın...

12 Ocak 2009 Pazartesi

Altın Küre Ödülleri'nde Kate Winslet Zaferi !


Geçtiğimiz yıl yazarların grevinden etkilenen Altın Küre Ödülleri, bu yıl en aksak organizasyonuyla şaşırttı diyebilirim. Salonda ve sahnedeki aksaklıklar, sürekli gürültü ve konukların hareketliliği zaman zaman törenin sunucularının şaka yollu da olsa salonu uyarmasıyla kendini belli etti. Favoriler kadar sürprizlerin de kazandığı ödüllerin dağıtımı genel olarak adildi. İşte dakika dakika izlediğim törenden kendimce ayrıntılar...


Kırmızı Halı ve Tören Salonundan Notlar:

Tören sırasında "besteci, yorumcu ve sosyal eylemci" diye sunulan Sting kırmızı halıda ilk kez sakallı ve esmerdi. Geçiş törenindeki ünlülerin yüzde sekseni sakız çiğniyordu ve yüzde yüzü Kate Winslet'ın kazanmasını istediklerini açıkladı. Maggie Gyllenhaal, Sean Penn ve yakın arkadaşı Kate Winslet ile karşılaşıp sohbet edeceği için heyecanlı ve mutlu olduğunu söyledi. Drew Barrymore bol bol Anne Hathaway'i övdü ve onunla gurur duyduğunu açıkladı. Jessica Lange ile birlikte oynadığı Grey Gardens filminin tanıtımını da yaptı. Sunuculardan biri Jack Nicholson'dan sonra en çok Altın Küre'yi Dustin Hoffman'ın kazandığını not düştü. Robert Downey Jr. yine mor camlı, yine harika bir gözlükle enfes bir karizmayla geçti halıdan... Marisa Tomei bence iyi bir oyuncu, neden pek sevilmez anlamam, törende kendisine halktan ilgi de büyüktü. Bu sene ikişer adaylık alan oyuncuların sayısının en fazla olduğu seneydi. Tom Wilkinson, Ralph Fiennes, Meryl Streep ve Kate Winslet ikişer adaylıkla törene katıldılar. Emma Thompson, Glenn Close ve Dustin Hoffman aynı masada oturup ödüller açıklanırken sürekli yorumda bulundular. Sahnede Demi Moore ve Bruce Willis'in kızı Rumer Willis görevliydi, sürekli Demi Moore'un kızı olarak takdim edildi. Annesi ödül vermek için sahneye çıktığında kızıyla gurur duyduğunu söyledi ve espriyle kambur durmamasını tavsiye etti. Catherine Keener'ı da ilk kez bu kadar güzel gördüğümü söylemeliyim, sanki başka biriydi gözlerime inanamadım.


Ödül Kazananlar Hakkında Notlar:

Kariyerinin en iyi performansı diye söz edilen "The Reader" filmindeki rolüyle Kate Winslet nihayet bir ödül adı. Adı açıklandığında oldukça heyecanlandı ve "kazanamama alışkanlığım vardır" esprisiyle ödülünü yere bırakıp, teşekkürünü kağıttan okudu. "Rambling Rose" dan beri oyunculuğunu beğendiğim Laura Dern, dördüncü adaylığında ödülü ikinci kez kucakladı, sessiz ve derinden de olsa kariyerinde yine bir başarıya imza atmış oldu. Laura Linney'de son yıllarda defalarca ödüllere aday olduktan sonra "John Adams" dizisiyle bu yıl Altın Küre'yi kazandı hem de Susan Sarandon, Shirley MacLaine, Judi Dench gibi devleri sollayarak... "In Treatment" dizisindeki oyunuyla nihayet fark edilen Gabriel Byrne ödüle layık görüldü. Törende True Blood'un kaymağını da gereksiz bir şekilde Anna Paquin yedi ve üçüncü adaylığında ödülü almış oldu. Animasyon ödülü için adaylar açıklanırken Wall-E'ye salondan kopan alkış, kazandığının erken açıklamasıydı. "Happy Go Lucky" filmindeki oyunuyla ödül kazanan Sally Hawkins'in ödülünü Johnny Depp açıkladı, her zamanki gibi ağzında sakızıyla ve kafasını kaşıyarak... İsrail en iyi yabancı film ödülünü kazandı, salonda hiçbir muhalifi de yoktu. Heath Ledger'ın "Joker" performansıyla ödülü kazandığı açıklandığında salondaki herkes duygulanıp, ayağa kalkarak alkışlamaya başladı. En iyi film ve en iyi senaryo ödüllerini kazanan "Slumdog Millionaire" adlı filme destek büyüktü, en iyi yönetmen ödülü de aynı filmle Danny Boyle'a gitti.. Tina Fey geçen yıl ve bu yıl üst üste ikinci kez aynı ödüle sahip olunca yine cool bir teşekkür konuşması yaptı. En iyi müzikal ya da komedi dalında en iyi film ödülü ise Vicky Cristina Barcelona filminin oldu. Ve törenin sonlarına doğru bir rekor, hakeden oyuncuya büyük bir sürprizle verilirken herkes şaşkınlıktan ne olup bittiğini anlayamadı. Kate Winslet en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünden hemen sonra en iyi kadın oyuncu ödülüne de sahip oldu. Kendisi de şaşkınlıktan teşekkür konuşmasına başlamakta zorlandı. Beklendiği gibi en iyi erkek oyuncu ödülü "olağanüstü" diye bahsedilen performansıyla Mickey Rourke'a gitti. Leonardo Di Caprio ve Brad Pitt bir kez daha adaylıkla yetinmiş oldular. Gecenin onur ödülü de ünlü yapımcı ve yönetmen Steven Spielberg'e verildi.


Hayal Kırıklığına Uğrayan Filmler:

The Curious Case Of Benjamin Button ve David Fincher bu yılki bahislerde en çok adı geçen film ve yönetmendi. Brad Pitt de filmdeki oyunuyla çok konuşulmuştu. Törenden ödül kazanamadan ayrıldılar. Frost/Nixon filmi de adaylıklarından sonra ödüllere ortak olacak diye düşünülüyordu ancak geceden eli boş döndü. Senaryosu ve oyunculukları çok konuşulan, tüm oyuncularına da adaylık getiren "Doubt" adlı film de beklendiği gibi ödüllere ulaşamadı. Bu fimleri geride bırakarak törene ve geçtiğimiz yıla damgasını vuran film "Slumdog Millionaire" adlı harika yapım oldu.

9 Ocak 2009 Cuma

2008'de Filmlerden Öğrendiklerim...

Düşündüm, taşındım, 2008 yılında gösterime girmiş filmlerden öğrendiğim şeyleri sıraladım. Ne çok şey öğrenmişim, onu da anladım:)


*Eğer şarkılar iyiyse, bir müzikali hit film yapmak için şarkıları söyleyenlerin de iyi olması gerekmez. (Mamma Mia! )


*Bazen Oscar'ı öyle bir film alır ki, sadece şaşkınlıkla bakakalırsınız. ( No Country For Old Men )


*İlk on dakikasını sevmediğiniz her film kötü değildir. Devamında en eğlendiğiniz filmlerden biri olabilir. ( Enchanted )



*Robert De Niro ve Al Pacino gereğinden fazla ilgi görüyor demişimdir hep. ( Righteous Kill )


*Batman'siz bir Batman filmi yapmak sinemada bir başarı sayılabiliyormuş. ( The Dark Knight )


*Bazen en iyi oyuncu ödülünü küçücük bir robota vermek istiyor insan. ( Wall-E )

*Nuri Bilge Ceylan gibi bir yönetmenin filminde Yavuz Bingöl'e bile bravo denilebilirmiş. ( Üç Maymun)



*Bir Will Smith filminde, gördüğüm en güzel aşk sahnelerinden biri var dedim, inanmadılar. (Hancock)


*Teknoloji sinemaya 3D eğlencesini getirdi, ama en gerekli filmde kullanmayı unuttu. ( Speed Racer )


*Hep daha görkemli şeyler aradılar, oysa ki iki maske ve bir bez parçasıymış gerçekten ürkütmenin sırrı. ( The Strangers )



*Meryl Streep, "sinemanın en çalışkan ismiyle, en büyük ismi aynı isimdir" cümlesinin öznesidir ( Mamma Mia!, Doubt )

*Bir insan yeter ki göstermek istesin, bunu en gereksiz anda bile yapabilir. ( Forgetting Sarah Marshall )

*Bir filmde Shirley MacLaine görünüyorsa, o filmde mutlaka iyi bir şey vardır. ( Closing The Ring )

*Yeniden çekilen her filmin kötü olacağına dair kesinlikle bir önyargı var. ( The Women )

*O bank manzaraya değil de eve bakıyordu ya, bazen tek bir detay bile filmi hep hatırlanır kılmaya yeterli. ( Sonbahar )


*"Ya İngiliz miydi neydi, hani her filmde var" diye anlatıyorlarsa birini, bahsedilen büyük ihtimalle Colin Firth. (Easy Virtue, Genova, Mamma Mia!, The Accidental Husband)

8 Ocak 2009 Perşembe

Mevlana'dan "Etme"

Hayranı olduğum Mevlana'nın en sevdiğim dizelerini Yılmaz Erdoğan, Harbiye Açıkhava'daki Mevlana Gösterileri sırasında Taksim Trio'nun müzikleri eşliğinde okumuştu. Videosunu izleyince şiiri paylaşmak istedim. Bunlar nasıl dizelerdir, Mevlana'nın felsefesi nasıl büyüktür, akıl erecek gibi değil. Milyon kere okuduğum dizeleri belki okumak istersiniz diye ekliyorum...
duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun, etme.
başka bir yar, başka bir dosta meylediyorsun, etme.
ey ay, felek harab olmuş, ziyan olmuş senin için
bizi öyle harab, öyle ziyan ediyorsun, etme.
ey, makamı var ve yokun üstünde olan kişi
sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun, etme.
sen yüz çevirecek olsan, ay kapkara olur gamdan
sen ayın da evini yıkmayı kastediyorsun, etme.
şekerliğinin içinde zehir olsa dokunmaz bize
sen zehri o şeker, şekeri zehrediyorsun, etme.
harama bulaşan gözüm, güzelliğinin hırsızı
ey hırsızlığa da değen, hırsızlık ediyorsun, etme.
aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, etme.
isyan et ey arkadaşım, söz söyleyecek an değil
aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun, etme.
"mevlana"

7 Ocak 2009 Çarşamba

Peşin Fiyatına, Altı Taksit


Madonna bunlarla uğraşırken bizim starlarımız da kendi parlak zekalarından sanat camiasını yararlandırmak amacındalar. Okuduğum bir haberde ekonomik kriz nedeniyle daha da gerileyen müzik piyasasını canlandırmak için Serdar Ortaç'ın büyük bir fedakarlıkla şarkılarını yorumcu arkadaşlarına altı eşit taksitte satabileceği yazılmış. Ben bu adamı da çözemedim. Seveyim ya da sevmeyeyim hakkını veririm ki Serdar Ortaç pop müziği en doğru yapan adamdır. Kitlesi, şarkıları, ulaşabileceği yer, hedef, her şey bellidir. Uygular ve istediğini alır. Burada bir sorun yok. Ama bu kadar parayla bu adamlar ne yapıyorlar merak ediyorum. Tarkan, Serdar, Kenan falan...




Yani her yerdeler, her şeydeler, kazançlar belli ama ne müziğe bir katkıları var, ne kazandıklarının en azından bir bölümünü yine müziğe geri döndürecek bir atılımları. Bazen bu kişilerin hiç görmediğimiz bir yerlerde pırlantadan evlerde oturup, altın bardaklardan şaraplar içip, bu lüksten de hiç sıkılmadıklarını ve kendilerini geliştirmek gibi bir niyetleri de olmadığını düşünüyorum. Dahası onlara bakarken aklıma şarkı, müzik, dans değil para geliyor illa. Sevemiyorum bu yüzden de. Hala beş taksit altı taksit, şu kadar para, bu kadar kapris deyip duruyorlar. Sürekli istemedeler. İnandığınız birileri yok mu, neden destek olmuyorsunuz kimseye, sizi zaten kim tahtınızdan indirebilir yani bu saatten sonra. Hakeden birilerine el verin, konserlerinizde tanıtın. Sezen'e şu herkesi kanatları altına alma takıntısı, liderlik ve sevilme hırsı yüzünden kızıyorum bazen ama kadın en azından bunların hepsini yaptı gerçekten. Ben müzikten kazandığı parayla kendi yüksek gereksinimlerine sahip olup, sonra yine müziğe para kazandıran kimse görmedim. Görünce en çok onu seveceğim...

6 Ocak 2009 Salı

Kim Bu Kız?

Madonna hakkında bir yazı dizisi okumuştum yıllar önce, başlığı ilginçti. "Bir azize mi yoksa bir fahişe mi?" Hatta "Evita" filmini izlediğim zamanlarda bu başlık bir kez daha aklıma gelmişti. Müzikal filmin bir şarkısında Evita için de benzer şeyler söyleyen satırlar geçiyordu. Eva Peron'un Arjantin için yollanmış bir azize mi yoksa geçmişi de göz önüne alındığında hırslarının peşinde zirveye çıkmak için herkesi kullanan bir sokak kızı mı olduğu sorusu vurgulanıyordu... Bu filmde Evita'yı canlandırabilmek için yönetmene sürekli özel mektuplar göndermesi, baskıcı ve ısrarcı olması Madonna'nın hayatında hiçbir şeyin tesadüf olmadığının kanıtı belki de.
Nereden geldim bunları anlatmaya diye sorarsanız, Madonna'nın Louis Vuitton reklam kampanyasının haberlerinden... Çünkü Madonna'nın yakın çevresi bir anda biten Guy Ritchie evliliği sonrası yıldızın yeniden gençlik günlerindeki çılgın kıza dönüş yapmasını şaşkınlıkla karşılıyorlarmış. Onlar son yıllarda evinin kadını olan ve çocuklarıyla ilgilenen Madonna imajının devam edeceğini düşünmüşler, boşanma sonrası hemen Brezilyalı 21 yaşında gencecik bir modelle diskoda çılgınlar gibi eğlenebilen delidolu kadın imajının değil...
Madonna bu, neden ondan bu zorlama imajın devamını bekliyorlar ki. Dünyada bir cinsel devrime sebep olmuş, cinsel faşizme her fırsatta karşı durmuş hatta lafı hiç dolandırmadan "Sex" diye resimli bir kitap çıkartmış bir kadın bu. O kitabın sekizinci sayfasını da mı hiç okumamışlar, nasıl yakınları bu insanlar diyesim geliyor:)
Dönüp dolaşıp geleceği yer en çok mutlu olduğu kürkçü dükkanı zaten. Kendi efsanesinin nerede devam edebileceğini, en çok nerede kabul gördüğünü biliyor. Daha zeki bir kadın görmüş mü bu şov dünyası. İşte bu dedikodular ve gelişmeler arasında hala sapasağlam devam eden bir "Madonna" efsanesi ve gerçeği var. 6.5 milyon sterlin karşılığında Louis Vuitton'un reklam kampanyasında kamera karşısına geçen elli yaşında bir öncü kadın. Yakın arkadaşı Sharon Stone yaşlandım iş bulamıyorum diye ağlarken, diğer bir yakın arkadaşı Gwyneth Paltrow ben yaşlanmadım ama ben de bir şey yapamıyorum dediği bir kariyerle baş etmeye çalışırken; en büyük moda kampanyalarının hala ilk tercihi bir kadın Madonna... Ne denir ki, bu sadece yetenek, sadece güzellik ya da sadece zeka değil. Bu kadın hepsinin karması bir ruh galiba... Hatta azize diyenlere, fahişe diyenlere güldüğü gibi gülen bir arıza:)

Not: Fotoğraflar Louis Vuitton kampanyasına ait pozlardır...

5 Ocak 2009 Pazartesi

Popüler Haberler


Geçen yılın en heyecanlı dizisi "Lost" ya da "Prison Break" değil gerçekten "Damages" adlı harika diziydi. İlk bölüme sezon finalini göstererek başlayan ve sondan başa bir gerilim kurgusu yaratan dizi Glenn Close'a en iyi kadın oyuncu ödülünü getirmişti. İkinci sezonun ilk bölümü Amerika'da 7 Ocak 2009'da yayınlanacak. Bölümün adı "I Lied Too" Buyrun bakalım:) Merakla bekliyorum.



Dali Sergisi'ne hala gitmeyenler varsa, on gün daha uzatılmış. Eserlerini mutlaka görün ve özellikle sinema sanatıyla ilgili yaratımlarının sergilendiği bölümde uzunca bir süre vakit geçirip, yayınlanan görüntüleri mutlaka izleyin derim. Rodin Sergisi kadar iyi değil belki ama kaçırmamak lazım.



Depeche Mode'un "Tour Of The Universe 2009" turnesi kapsamında 14 Mayıs 2009 tarihinde "santralistanbul"da vereceği konserin biletleri satışa çıkmış. Fiyatlar 99, 180 ve 300 TL. Umarım Bjork gibi sahnede bir kahve içimi kalmazlar da hayranları konserin tadını çıkarır.



"Mamma Mia!" müzikalinin DVD'si bir rekora imza atmış. İngiltere'de ilk çıktığı gün 1.6 milyon adet satıldığı için tüm zamanların en hızlı satılan DVD'si oluvermiş. Titanic filminin 1.1 milyonluk ilk gün satışını geride bırakıp rekoru kıran film, Meryl Streep'e Altın Küre adaylığı da getirdi geçtiğimiz günlerde. Acaba İngiltere'de satılan kopyalar da, bizdeki gibi ışıklı anahtarlık hediyeli mi, merak ettim:)

4 Ocak 2009 Pazar

Sertab Erener "Otobiyografi"si...


Sertab benim Sezen Aksu konservatuvarından mezun en sevdiğim sanatçıdır. Onu sevmemin öyle "Kumsalda" zıplamalarıyla, "Eurovision" galibiyetiyle filan alakası da yoktur. Has severim. "Sertab Gibi" albümü bence hala Türkiye'de yapılmış en güzel albümdür. Buraları çabuk geçiyorum, çünkü bahsedeceğim şey bir Sertab DVD'si. Harbiye Açıkhava'da verdiği özel konserin DVD kaydı daha doğrusu. Adı da "Otobiyografi / İstanbul Konseri". Geçtiğimiz günlerde iki ayrı versiyonuyla piyasaya çıkan DVD'nin ilk versiyonunda sadece konser kaydı var. Diğerinde ise konser kaydı, iki CD'den oluşan konserin albüm kaydı ve otobiyografiye uygun olsun diye fotobiyografi denilen Sertab'ın çocukluğuna ve kariyerine ait fotoğraflardan oluşan bir kitap. Bence müzik tarihimize düşülmüş önemli bir not bu çalışma. İki şekilde yorumlamak istedim...
Sertab DVD'sinin artıları: Sertab'ın duygusal bir konseptle hazırladığı açılış ve umut dolu kapanış gerçekten görmeye değer. Konserin konukları da hep yanlarında rahat hissedebileceği, yakınındaki isimlerden seçilmiş, bu da performansını daha güçlü kılmış. Levent Yüksel ile müzikal anlamda yanyana duruşu hala ilk günkü kadar güzel. Kostümler ve sahne üzerinde şarkılara göre hazırlanmış ufak detaylar, şık dekorlar şirin. "Başa Döneceksin" adlı şarkısında Özge Fışkın ile uyumu ve şarkının enerjisi harika. Demir Demirkan'lı bölümlerde gerçekten sevgisi neredeyse gözle görülebilecek, elle tutulabilecekmişcesine gerçek. Sezen, Sertab ve Levent'in birarada şarkı söylüyor olması, "bazen hiçbirşey eskimiyor" dedirtecek kadar samimi. Sertab bir kez daha ispat ediyor ki benzersiz bir ses. DVD'nin kapağı, fotoğrafları, kitapçığı ve özel kutu tasarımı nefis ve dünya standartlarında. Konserin ses kaydı da gerçekten iyi. Ülkemizde üç-beş tane diyebileceğimiz konser kayıtları içinde bir yüz akı.
Sertab DVD'sinin eksileri: Adı "Otobiyografi" olarak seçilen bir konserin şarkı repertuvarı ve sayısı da doğru seçilmeliydi. Sezen Aksu ile yanyana gelinecek şarkı da, ya karşılıklı döktürülecek ya da eğlenilecek bir şarkı olmalıydı ki bence sadece Sezen için yanlış bir şarkıydı. Nil Karaibrahimgil tek başına sahnede ne kadar eğlenceli ise başka biriyle yanyana o kadar vasat durmuş. Belki o gardırop meselesindendir, kimbilir. "İncelikler Yüzünden"in sahnedeki konsepti biraz zorlamaydı ve yeniliği yoktu. DVD'nin piyasaya tek versiyonla çıkması daha uygun olurdu çünkü konser kaydındaki şarkılar, orijinalleriyle kıyaslandığında tercih edilebilecek kadar iyi değil, daha doğrusu görerek dinlediğinizde daha çok şey ifade eder durumda. DVD'de yakınları, ekibi ve konserde emeği geçenlerle yapılmış mini röportajlar olabilirdi. Konser hazırlığıyla, provalarla, sahne arkasıyla ilgili görüntüler çok azdı. Bu kayıt için çalışan ekip ne kadar iyi olursa olsun, çekimleri Şebnem Ferah konser kaydıyla karşılaştırdığımda çok da profesyonel bulamadım. Ses ne kadar iyi ve özenliyse kayıtta, görüntülerin de öyle olmasını beklerdim.

Ne olursa olsun "bir konser DVD'si en çok kime yakışır" diye sorsalar, Sertab adını vereceğim üç isimden biri olacağı için, konseri keyifle izledim. Kariyerini düşününce bu çok özel ayrıcalığı hakettiğini düşünüyorum. Yıllar önce Rumeli Hisarı'nda verdiği bir konser öncesinde dağıtılan el ilanlarında, abisinin kaleminden kısa ve öz bir cümleyi hatırlıyorum. "Büyük şarkıcıdır." Bu kaydı izledikten sonra bir kez daha diyorum ki, abisi çok haklıdır...

3 Ocak 2009 Cumartesi

Bolt, Bir Köpeğin (Truman) Şovu


3D teknolojisi ülkemiz sinemalarındaki yerini aldığından beri, bu özellikteki filmleri normal salonlarda izlemez oldum. "Bolt" filmi için de üç boyutlu gözlüklerimi takıp koltuğuma kuruldum. Genel olarak çizgi film dediğimiz bu hayal gücünün eseri fimler artık gerçek filmlerle yarışır hale geldiler. "Bolt" bunun en güzel örneği. Öncelikle filmin çıkış noktası iyi düşünülmüş. "The Truman Show"un bir çeşit uyarlaması gibi. Daha iyi rol yapabilmesi amacıyla oyuncu olduğu kendisinden itinayla gizlenen tatlı bir köpeğin hikayesini anlatıyor film. Ancak öyle bir başlıyor ki, Görevimiz Tehlike ile karıştırmak mümkün. Aksiyon sahnelerini izlerken bunun bir canlandırma film olduğu gerçeğini unutup, heyecanlanıyor insan. Perdede bir filmi bu kadar "gerçek" izlemenin şaşkınlığına dalıyor.

Gelecekte sinema sektörünün insansız filmler yapacağı tartışılıyordu bir dönem. Bu yüzden oyuncuların artık rekor ücretler kazanamayacağı, kendilerini andıran karakterler kullanıldığında sadece gerekli teliflerinin ödeneceğinden bahsediliyordu. Sinemanın, teknoloji kullanılarak hayallerin ötesinde bir sanat dalına dönüşeceği iddia ediliyordu. Belki bu düşünce konuşulduğu hızda ilerlemedi ancak temelleri de atılmadı diyemeyiz. İşte bazen öyle enteresan durumlar gerçekleşiyor ki; bir animasyon film, dev bütçelerle, büyük oyuncularla ve en pahalı dekorlarla çekilen gerçek bir filmle gişede rekabet edebiliyor. Geçen yıl Wall-E için eleştirmenler ortak bir görüşte birleşti. Bu animasyon harikası film, yılın en iyi filmlerinden biri dendi. Kimbilir belki de gerçekten sinema endüstrisi kendini tekrarlamaktan sıkılıp, hiç akla hayale sığmayacak yerlere gidebilir yakın gelecekte...



Filme gelince, izlerken her ne kadar bahsettiğim bu ayrıntıları düşündürdüyse de, bir o kadar da keyif verdi bana. Bolt'un gerçek oyuncular kadar etkileyici oyunu ve mimikleri:), içinde yaşadığı fanusunda kendine bir dünya kuran Rhino'nun maceraperest karakteri ve deli cesareti, Mittens adlı kedinin her fırsatta kullandığı alaycılığı ve sert kabuğu altındaki yalnızlığı, en çok da güvercinlerin hareketleri ve diyalogları... Çok güldüğüm ve duygulandığım sahnelerin kahramanlarıydı saydıklarım. Keyifle, doyasıya bir film izlemiş oldum böylelikle. Hem de elimi uzatsam tutacakmışım hissini veren üç boyutlu teknolojiyle. Beni "Avustralya" filminden çok daha fazla tatmin etti diyebilirim rahatlıkla.
Gidin, görün ve kendinizi hayal gücünün şimdilik en "gerçek" haline teslim edin. Eğleneceğiniz kesin...

Not: Animasyon filmler için en azından akşam seanslarında altyazılı gösterim seçeneği sunuluyordu bir zamanlar ve biz büyükler bir salon dolusu çocuk gürültüsünde film izlemeye mecbur bırakılmıyorduk eskiden. Tüm yabancı filmlerin Türkçe seslendirmeli oynatılması halinde daha çok bilet satılacağı konuşuluyorken, benim notum ne kadar anlamlı bilmiyorum ancak dublaja sonuna kadar hayır diyorum...

Oh love ! I don't deserve us...

Birkaç yazı önce adı geçtiğinden ve bundan sonraki yazıda da geçeceği için Nil Karaibrahimgil'in web sitesine bir uğrayayım dedim. Bakalım "Nil Kıyısında" adlı dördüncü albümü ne zaman geliyor, neler yapıyor diye... "Nil'in alt benliğinin resmi sitesidir" demiş sitesi için. Yeni düzenlemesiyle biraz ağır işleyen ve dağınık bir site olmuş ama eğlencesi yine yerli yerinde.

2008'in Ağustos ayında Rumeli Hisarı'nda verdiği konsere mırın kırın ederek gidip, sahnesinden büyülenerek deli gibi eğlendiğim bu orijinal kadının her yaptığını takip ediyorum nedense. Kendisini çok samimiyetli bulduğumu söyleyemem aslında ama acayip bir "beni izle"si var bu kızın... Mesela o gün konserinde eline gitarını alıp yeni bir şarkısını okudu, albüm çıksa da dinlesem diye sabırsızlanıyorum.


Röportajlarında anlattığı ünlü olma hikayesinde de bu "eline gitarı alma" durumunun büyük anısı var gerçekten. Daha albüm yapmadan hatta bu sektörde adı duyulmadan önce Amerika'da Ahmet Ertegün'e gitmiş Nil, şarkılarını dinletmek için. O zamanlar İngilizce şarkılar yazıyor tabi. Ahmet Ertegün'de müzikte dünya devi Atlantic Records'ın sahibi bildiğiniz gibi. Nil çalıyor söylüyor, Ertegün'de dinleyip çok beğendikten sonra Nil'e bir tavsiyede bulunuyor. Amerika'da elinde gitarla söyleyen güzel ve yetenekli çok şarkıcı olduğunu, Türkiye'de müzik yapmasının kendisi için daha iyi bir kariyer olacağından bahsediyor. Sonra Nil Türkiye'ye dönüp, bildiğimiz o orijinal işlerle kendine güzel bir kariyer başlangıcı yapıyor.

Sitesindeki notlarda aynı zamanda bu yazının başlığı da olan cümleyi görünce hem gülümsedim hem de aklıma eski zamanlara ait İngilizce yazılmış başka bir Nil şarkısı geldi. 1997 yılında yaptığı "OM" adlı parçanın sözleri... Bilmeyenler vardır diye bir sürpriz yapayım dedim. Buyrun bir bakın İngilizce yazan Nil ile Türkçe yazan Nil'i de karşılaştırmış olursunuz hem:)


OM
I'm so fixed my mind, no stereo sound suggestion is demanded / I'm so fixed my mind, I'll be allright no doctors recommended / since all these have their meanings / no more hopes and no beginings / life won't make you a "dear", are you sure you're aware / life won't give you a dear and won't let you stay here, forever / so paint it black, boy, that's the color of night / pain you feel is something bleeding inside / so paint it black, boy, that's the color of night / pain you feel is something creeping inside so heal it / when you feel it...

Eski Yılın En İyilerini Yazmak...

Evet bunu yapmak adettendir. Geçen yılda belli başlı sanat dallarında, aklınızda en çok ne kaldıysa sizi en çok onlar etkilemiş demektir. Ben de beni etkileyenlerden bazılarını paylaşmak istedim.



Film: Geçtiğimiz yıl önce fragmanlarına ve zeki senaryosuna hayran kaldığım, Film Festivali'nde izleme fırsatı bulduğum ve sonrasında üzerimde bıraktığı etkiyle DVD'sinden tekrarla seyrettiğim "Mister Lonely" kendi adıma geçen yılın en iyisi. Harmony Korine'in şahane filminin senaryosu ne kadar iyiyse, oyunculukları ve görüntüleri de o kadar iyiydi. Film kendi kişilikleri ve yalnızlıkları üzerine efsane isimlerin karakterlerini giyinmiş bir grup insanın hikayesini anlatıyor. Bir Michael Jackson taklitçisinin (Diego Luna), Fransa'da bir Marilyn Monroe taklitçisine (Samantha Morton) rastlaması ve kadının onu İskoçya'da diğer ünlülerin taklitçilerinin de yaşadığı bir komüne götürmesi ile başlayan film, insani hikayesiyle etkilemeyi başarıyor. Diego Luna'nın performansı kadar, son zamanların en ilginç oyuncusu Samantha Morton'ın da oyunu görülmeye değer gerçekten. Korine'in hakkında çok bahsedilen 97 yapımı Gummo'sunu izlemek lazım artık.


Wall-E'yi anmadan da geçemem. Animasyon filmlerden de başyapıt çıkabileceğine inandıran film, neredeyse sessiz geçen ilk bir saatiyle ve gelmiş geçmiş en şirin karakter, robot Wall-E ile hiç konuşmadan da insanların mutlu edilip, duygulandırılabileceğinin de ispatı. Belki sırf bu yüzden sinemanın ilk dönemine ve Charlie Chaplin'e de büyük bir saygı duruşu. İlk kez bir kahramanın oyuncağını almak istedim, o kadar söylüyorum:)

Müzik: "Güldünya Şarkıları" albümü geçen yılın son aylarında çıktıysa da, bu durum yıl boyu en çok dinlediğim şarkının bu albümde olmasına bir engel teşkil etmedi. Zuhal Olcay'dan "Neyse". Sanırım yüzlerce kez ard arda dinledim ve sıkılmadım. Zuhal Olcay'ın kendi sesinden söyleyip de sevdirmeyeceği şarkı zaten yok gibi. Ancak bu şarkı; sözleri, bestesi ve şahane düzenlemesiyle Zuhal'e öyle yakışmış ki, ayrıcalıklı sesinin ve yorumunun altını çizmiş sanki. Bence yeni yılda da çok dinlenecek.


Kitap: Virginia Woolf - Vita Sackville West Mektuplaşmaları... Bir kitap düşünün ki okurken hayal dünyanızı, edebi algınızı, görsel hafızanızı ve eğer yazan biriyseniz verdiği ilhamla yazma serüveninizi geliştirsin... Gerçekten bu kitabı okurken duyduğum haz, başka kitapları okurken duyduğum hazla kıyaslanamaz. İki kadının en basit anlamda bile "derin" yazışmalarının ve döneme ait eşlik eden ayrıntıların okuyucuya vaat ettiği ayrıcalıklı durum bile başlıbaşına ilgi çekici. Geçen yıl okuduğum en keyifli ve değerli kitaptı.



Dizi: Brothers&Sisters adlı dizi de geçen sene dur durak bilmeden izlemek istediğim ve bugüne dek izlediğim en etkileyici aile dramasıydı. Sally Field'ın olağanüstü "anne" performansı ve Walker ailesinin her ferdinin izlemesi keyifli dünyası, bir diziden beklenebilecek herşeyi mümkün kılarak vazgeçilmezim oldu. "Ally McBeal"dan beri ortalarda pek görünmeyen Calista Flockhart ile "Hilary and Jackie"den beri hayranlık duyduğum Rachel Griffiths'in aynı dizide olması, Matthew Rhys adlı şirin ve yetenekli oyuncunun da onlara "erkek kardeş" olarak katılması ne coşkulu bir durumdur ancak izlerseniz anlayabilirsiniz. Aile içindeki iletişim hakkında film izlemeyi sevenler için bu dizi bir başyapıt gerçekten. Tavsiye ediyorum, beğenirseniz zevkle, beğenmezseniz eleştiriyle tartışırız:)

Cool Yule !

Yeni yıl mesajını Bette Midler ile vermek istedim. Hem onun Christmas albümünü hatırlatma olsun bu, hem de bu blogu takip eden ve edeceklere "cool" bir selamlama...
Mutlu Yıllar!